İstanbul Film Festivali İzlenimleri – Onur

Festivalin Akbank Galaları bölümünde gösterilen, özellikle basın gösterimi sonrası büyük beğeni toplayan, kimi sinema yazarlarının gözyaşı akıtmasının müsebbibi olan toplumsal direniş filmi Onur/Pride kendi adıma çok büyük senaryo sıkıntılarının altında ezildiğine kanaat getirdiğim bir film.

80’li yılların İngiltere’sindeyiz. Thatcher hükümetinin neoliberal politikalarının özellikle sanayi sektöründeki işsizliği günden güne arttırdığı ve yer yer totaliter bir yönetim şeklini benimsediği yıllar. Günümüzde tamamen işlevsiz hale getirilen sendikalaşmanın bir zamanlar hakim güçlere karşı işçi haklarını savunduğu yıllar. Thatcher politikalarının toplumda ciddi sınıfsal uçurumlara yol açtığı, etnik grupların ötekileştirildiği, toplumdaki aykırı seslerin susturulmaya çalışıldığı bir dönemi anlatmaya soyunan bir yapım, Onur. Gerçek bir hikayeden sinemalaştırılan film, toplumun ayrımcılık ve haksızlıklarla karşı karşıya bırakılan iki kesimi arasında kurulan bağa odaklanıyor. Haklarını alamadıkları için uzun süren bir grevde bulunan madenciler ve toplumun görmezden gelindiği kadar dışlanan kesimlerinden olan eşcinseller hikayenin iki ana unsurunu oluşturuyor. Üçüncü taraf olarak ise bu kurumların karşısında konumlanan hükümeti, yandaş medyayı, önyargılı toplumsal kesimleri sayabiliriz. Hele ki toplumda yükselen ırkçılık ve muhafazakarlaşmanın olduğu bu yıllarda oluşabilecek toplumsal tepkinin ve siyasi baskının boyutlarını tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Özetlemeye çalıştığım tablo bir bakıma hak arama mücadelesinin oldukça çetin şartlarda geçtiği, çoğunluğu hüsranla biten mücadelelerin yaşandığı yıllar hakkında bilgiler sağlıyor. Peki, Onur bu mücadele yıllarını ne kadar başarılı bir şekilde anlatabiliyor? İşte bu noktada senaryonun sıkıntılarıyla oturup sıkıntılarıyla kalkma vakti geliyor.

Sinema tarihi boyunca her ne kadar sayısı az olsa da başarılı LGBT haklarını savunan filmler izledik. Zaten işçi hakları ve grev üzerine sinema tarihi sayısız başyapıtla tıka basa dolmuş durumda. Peki bu iki hak arama mücadelesini aynı potada eriten kaç tane film izledik? İlk anda hatırlayamayacağımız oranda kısıtlı sayıda. Onur filmini konusu itibariyle ayrıcalıklı kılan unsurların başında bu özelliği geliyor. Zaten filme baktığımızda da sinema tarihinin günümüze değin seyrine paralel biçimde lezbiyen ve gay topluluğun mücadele kısmını anlatısında kimi arızalar barındırsa da kotarabilmiş; aynı şekilde grev kısmı elindeki büyük potansiyeli özellikle görsel manada hiç etkin kullanamamasına karşın vasat bir atmosfer yaratabilmişken iki grubun birleşme aşamasının (ki filmi özel kılması beklenen) toplumsal saiklerin göz ardı edilip, olabilecek en hafif ve özensiz şekilde ele alınması filmi temelden sarsıp bir daha ayağa kalkamamasına neden oluyor.

Filmin açık ara en iyi oyuncusu olan Ben Schnetzer’in canlandırdığı Mark karakteri başkanlığında örgütlenen lezbiyen ve gay aktivistler önemli bir toplumsal sorumluluk örneği göstererek işsizliğin sınırında bulunan madencilere destek olmaya karar veriyorlar. Özellikle halkın işsizlik ve toplumsal belirsizliklerle boğuştuğu ve anlayış katsayısının gayet düşük olduğu bir dönemde çok takdire şayan bir hareket olarak öne çıkıyor bu dayanışma çabası. Ve yönetmen bu kararın alınması aşamasında film boyu bir türlü bırakamadığı ve filmi de gitgide güçsüzleştiren hatta yer yer parodi haline dönüştüren bir tercihle olaylar arasında nedensellik bağının kurulmadığı, seyirciye herhangi güçlü dayanaklar sunmaksızın kendiliğinden olayların geliştiği, bir sahne öncesinde gayet olumsuz olan insan tepkilerinin bir sahne sonra her yanımız bahar bahçe havasına dönüştüğü ‘temelsiz’ bir anlatıyı sımsıkı sahipleniyor. Yönetmen seyirciyi aktivist grupla henüz yeni tanıştırmışken aralarındaki çok basit bir fikir jimnastiği sonucu madencilere destek olmaya karar veriyorlar. Filmde önemli bir rol üstlendirilen Joe karakteri yanlışlıkla dahil olduğu hararetli bir eylem sonrasında kendini grubun toplantısında buluyor. Eminiz kendisinin de inanamadığı bir hızla grubunun değişmez üyelerinden birisi oluyor. Sonraki süreçte okuldan uzaklaştırılması, ailesinin tepkisi ve olabilecek en yapmacık sahnede ailesine rest çekmesi gibi gelişmeler maalesef ki perdede hiç inandırıcı durmuyor. Aynı şekilde madenciler tarafının aktivistlerle iletişime geçtiği ilk andan itibaren sergiledikleri “İlk anda kişisine göre küçük ya da büyük çaplı bir şok, hemen ardından Hepimiz Kardeşiz, Aslında Yok Birbirimizden Farkımız havalarına girmeleri yönetmenin üzerinde durulması gereken Ali Cengiz oyununa da işaret ediyor.
filmarasi-pride-onur-2

Yönetmen, filmin başından sonuna değin hayran kalınası renkli sinematografisi, dinamik anlatımı, aktivist grubun başarılı oyunculukları (grev bölümünde bahsedeceğim karakter-rol uyumsuzları mevcut) ve bu birbirini destekleyen unsurların bir dayanışma öyküsüne olumlu katkılar yapmasının ortaya çıkardığı sonuca seyircinin duygusal açıdan zaafiyeti olduğunu bildiğinden senaryodaki büyük boşlukları rahatlıkla görmezden gelebiliyor. Filmin seyirciyi havaya sokacak öylesine güçlü malzemeleri var ki filmin büyüsüne kapılıp çoğu defoyu kulak ardı etmek hatta fark etmemek yönetmenin cin fikirliliği olarak yorumlanabilir. Filmin seyirciyi avucuna alan enerjisi ve birlik beraberlik, dayanışma olguları çok hızlı ve gerçeklik dışı değişen duygu durumlarının olmamışlığına dikkat kesilmeyi fazlalık saydırabilecek bir güce, etkiye ulaşabiliyor. Özellikle İngiliz sinemasının dev çınarlarından sayılabilecek kimi isimlerin karikatür seviyesindeki karakter yorumları maalesef ki filmin neşeyle ve dostlukla örülü(!) duygu dünyasında değer atfedilen tercihler olarak benimseniyor. Yaşlı teyzelerin gençlerin evindeki porno muhabbetinin doğal ve keyif verici olmasından öte zorlama ve itici bir hale bürünmesi, yine yaşlı teyzelerin “Eşcinselliğin temel kavramları” derslerine giriş havasındaki iletişim kurma çabaları, teyzelerin biri tarafından “Hanimiş benim lezbiyen kızlarım” tarzındaki sevimlilik ve anlayış mesajı salgılanması; ya da eşcinsel hemcinslerine mesafeli duran, hatta düşmanca bakan abazan erkek güruhunun dans öğrenme ve kız tavlama basitliği yoluyla anlayış timsaline dönüşmeleri, filmde başından beri eşcinsellere tavır koyan ailenin oğullarından birinin finalde durduk yere yüzünde gülücükler belirmesi vs. birçok olmamışlık örneği senaryonun gerçeklikten ne denli uzak oluşturulduğunu gösteriyor. Sian karakterinin kantin personeliyken ortaya attığı bir fikir sonrasında okul yönetim kuruluna dahil olması, hikayenin geri kalanında filme düşünsel yenilik anlamında herhangi bir katkısı olmamasına karşın çevresi tarafından önemli bir potansiyel olarak öne çıkartılması başka bir inandırıcı olmayan örnek oluyor. Hele final jeneriğinde Sian’ın belediye meclisine yükselen bir kariyer gelişimi yaşadığını öğrendiğimizde yönetmenin karakteri filmde ne denli güdük bir biçimde ele aldığını daha net anlayabiliyoruz.

80’li yıllarda geçen bir hikaye anlatılıyorsa ve merkeze göre çok daha tutucu olan taşra halkının daha sert bir şekilde ahlaksızlık ve sapkınlıkla ilişkilendirdiği eşcinsellik olgusuna yaklaşımının güçlü çatışma potansiyeli barındırmasına karşın bir iki göstermelik sahneyle geçiştirilerek iki tarafı da eller kollar havaya moduna sokunca gerçeklikten ne kadar bahsedilebilir ki? Yönetmen bir açıdan kendi ayağına kurşun sıkıyor; hikayede hem aktivistlerle sonradan anlayış timsaline dönüşecek köy halkı hem de ilelebet istemezükçü tayfa (devlet, tutucu halk, medya) arasında güçlü çatışmalar yaratabilmek filmin de mesajını daha yere sağlam basan bir şekilde verebilmesine olanak tanıyacaktır. Yönetmen ise baştan beri anlatmaya çalıştığım göstermelik çatışma unsurlarıyla yamalı bohça bir senaryodan hareket ediyor. Ama onun derdi zaten senaryo değil; filmin dinamizminin, sözümona hümanizminin ve omurgasız muhalif duruşunun rahatlıkla seyircinin gözünü boyayabileceğinin farkında. Zaten filmin aldığı olumlu geri dönüşlerde bir bakıma yargımın sağlaması oluyor. Bir de eşcinsel hakları savunucusu birisi tarafından sarf edilen, heteroseksüel erkekler için “Kadın kıyafeti giydirip karşınıza getireceğim” gibi cinsiyetçi bir ifadenin filmin mottosuyla ne kadar uyuştuğunu filme deli divane olan seyircilere yöneltmek lazım…

Yine finalde karşımıza çıkan gay ve lezbiyen karakterlerin yataktaki sahnesi o denli dostane ki, böylesine sloganvari ve amatör bir mesaj kaygısı çok da şaşırtmıyor; çünkü film boyunca bu tarz mesaj verme çabasına çok sık şahit oluyor seyirci.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir