İstanbul Film Festivali İzlenimleri – Doğada Tek Başına

İskandinav toplumunun modern şehir hayatı ve aileyle verdiği imtihanı işlemeye çalışan Doğada Tek Başına yeni bir “Bıktım bu hayatın dertlerinden, biraz uzaklaşayım buralardan. Nereye gideyim peki? Tabi ki doğaya” filmi.

Aile babası kahramanımız Martin doğayı mesken tutuyor tutmasına ama doğayı seçmesinde özel bir neden var mı diye sorguladığımızda çok da elle tutulur kaynaklara ulaşamıyoruz; sadece çıkış aşamasında değil üstelik, tüm film boyunca. Doğa, insanın özgürlüğünü elinden çekip alan kent yaşamının sorunlarla dolu kalabalığının antitezi bir kaçış, kafa dinleme yeri olarak konumlandırılıyor. Zaten film en büyük irtifa kaybını doğa gibi işlemesi zevkli ama bir o kadar da zor bir sahayı konu mankeni olarak kodlamasıyla kaybediyor. Filmin başından sonuna değin yoğun ve yitirmeye başladığı özgüveniyle amansız bir iç hesaplaşmaya giren kahramanımız iç sesin hükümranlığında bir yolculuk yapıyor aslında. Yönetmen bu noktada sözün yanına karakterin düşlerini, kabuslarını yani bir bakıma hayatında olması istediği ve olmasından korktuğu ya da artık illallah ettiği şeylerin hem gerçek hem de hayal aleminde karşısına dikerek yer yer hayal ve gerçeği iç içe geçiriyor, çoğunlukla da mizahi bir hava katıyor karakterin bunalımla örülü hikâyesine.

Doğada Tek Başına -her ne kadar feminist bakış açısıyla filme yaklaşanlar öfkelerini kussalar da- iş hayatı ve aile kurumuna dahil olmasıyla özgürlüğünün elinden alındığını düşünen modern kent erkeğinin, aslında genel anlamda erkeğin sesi olmaya, ona içten bir şekilde kulak vermeye çalışan bir film. Bunu ne kadar doğru sinemasal öğelerle başarıyor, burası tartışılır belki ama söyledikleri arasında fazlasıyla kaydadeğer tespitler olduğunu da kabul etmek gerek. Yoruma bir ön kabulle başlamalı; bu film tamamen erkek bakış açısıyla çekilen, sadece erkeğin sıkıntılarına, varoluşsal bunalımlarına odaklan bir yapım. Peki bu tabloda kadının yeri neresi dediğinizde “Şu an yanlış adrestesiniz” cevabı alabilirsiniz. Film başından sonuna değin kadın unsurunu denklemin etkisiz elemanı kabul ederek en azından tutarlı bir yol tutturuyor; yönetmenin saf bir erkek hikâyesi çekmeye çalıştığını düşünerek bu tercihini eleştirmek çok da doğru bir yöntem olmayabilir kanaatindeyim.

Yönetmen daha ilk sahnede karakterinin nasıl tereddütlerle boğuşan bir kimlik bunalımında olduğunu gösteriyor seyirciye. İnsanı devamlı olarak seçim yapmak zorunda bırakan kent yaşamı, bireyi mekanik bir seçim makinasına dönüştürüyor. İş hayatı ve evlilikle hem özgürlüğünden hem de çocukluk hayallerinden kopan erkeğin bir noktadan sonra kimi varoluşsal çıkmazlara sürüklenmesi de doğal karşılanmalı. Yönetmenin de söylemek istediği gibi bir noktadan sonra çevresine yabancılaşan bireyden ve onun gelgitli ruh dünyasından bahis açmak elzem oluyor. (Tabi ki bu tespitin kadın versiyonu da var ve bambaşka dertlerle örülü ama o bu filmin konusu değil) Erkeğin özellikle çocuğu olduktan sonra sorumluluk alma ile verdiği imtihan ise başlı başına bir yazı konusu; yönetmen denkleme bu duyguyu da eklemeyi unutmuyor: Çocuğuna yabancılaşan, onu hayatının neresinde konumlandıracağını bilemeyen baba/erkek.

Martin’in doğa gezisi (!) boyunca hayatını devinimini yitirmiş bu rutinden nasıl çıkarması gerektiğine dair sayıklamalarına şahit oluyoruz. Hayatının rutin akışı içerisinde bastırdığı duyguları ve fantezileriyle yüzleşme imkanı buluyor; karakterin hayal alemine daldığı sahnelerde bu fantezilerin ete kemiğe büründüğü görülebiliyor. Hatta fantezileri bile ikircikli ruh halinin izleriyle şekilleniyor: Karşısında hayalini kurduğu kadın varken bir anda erkeğe dönüştüğünü görüyoruz. Ya da hadım edilme korkusu birkaç sahnede karşısına çıkarak bir başka açıdan sınıyor erkeği/erkekliği. Karakterin karşısına çıkan gerçek veya hayal aleminde fantezilerine ulaşma imkanı bir noktada sekteye uğrayarak başarısızlıkla sonuçlanıyor. Toplumsal sorumluluklarla hayalleri arasında sıkışan erkek için gidebileceği veya hayal edebileceği sınırı da belli ediyor yönetmen. Yönetmen bu kaotik tablo içerisinde kadının bakışına kamerasını doğrultmamasına karşın anlattıklarımızdan çıkartılabileceği gibi kadını olumsuz bir şekilde de ele almıyor. Erkeğin kadından öte aile ve iş gibi toplumsal kurumlarla olan aidiyet ilişkisini masaya yatırıyor, kişiler üzerinden bir odak noktası belirlemiyor. Zaten finaldeki tercihiyle de aile kurumunun devamlılığı yönünde bir rota çiziyor; her ne kadar film boyu yerleşik kurumlara karşı durur gibi yaparken finalde bu görüşün tersi yönünde bir tutum geliştirerek kafası karışık bir toplama ulaşsa da.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir