‘Senaryo Hiç Kapanmayan Bir Defter’

56. Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında bir araya geldiğimiz Babamın Kanatları ve Küçük Şeyler’in yönetmeni Kıvanç Sezer ile filmine dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Küçük Şeyler festivalden En İyi Oyuncu ve En iyi Kurgu ödülüne layık görüldü. Alican Yücesoy En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü, Küçük Şeyler ve Kronoloji filmlerinin kurgusunu yapan Selda Taşkın ilk kez verilen Cahide Sonku ve Dr. Avni Tolunay Özel Ödülü’nün sahibi oldular. Küçük Şeyler, beyaz yakalı bir hayata sahip olan Onur ve Bahar’ın ilişkilerine dair bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Filmin başrollerinde Alican Yücesoy ve Başak Özcan yer alıyor.

Küçük Şeyler’in hikâyesi nasıl oluştu?

2010-2011 yıllarında bir ilişki draması yazmak vardı aklımda. Kabaca bir sinopsis yazmıştım. Bir karı-koca ilişkisi sonrasında o hikayenin bağlamını bulamadım. Onu rafa kaldırdım. Babamın Kanatları filmimin senaryo yazma sürecinde aklıma şöyle bir şey geldi; Dedim ki ben burada inşaatta çalışan işçileri anlatıyorum. Bu işçiler, lüks plazaların şantiyelerinde çalışarak hiç sahip olamayacakları evleri inşa ediyorlar. Sonra dedim ki kim alıyor bunları? İşte orta sınıf, orta üst sınıfın kredi ile aldığı yerler bunlar. Bunu bir bağlam olarak yazdığım hikayeyle örtüştürürsem burada bir üçleme yapma imkânı olabilir diye düşündüm. İşte alt sınıf, orta sınıf ve üst sınıf perspektifinde ya da işçi,tüketici ve kapitalist şeklinde formüle edebileceğimiz bir üçleme fikri ortaya çıktı. O yüzden Küçük Şeyler’in hikâyesi Babamın Kanatlarından eskidir. Onu yazdıktan sonra Küçük Şeyler’in hikâyesi üzerine yaklaşık 3 yıllık bir senaryo süreci oldu. Bir üç-dört yıl sonrada üçlemenin  üçüncü filmi olabilir.

Bir ilişki dramasından beyaz yakalı bir evlilik  hikâyesine evrilmesi güncelliği daha çok yakalayan bir konu olmuş. Daha az işlenen bir mesele olduğunu düşünüyorum. Şunu sormak isterim, işçi sınıfı, orta sınıf  belki bir sonrakinde üst sınıf hikâyesi… Bu tarz bir seçimin hikâyeyi güçlü kılan bir unsur olduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa bu üçlemenin konusunu oluşturan üç filmin hikâyesi bir filmde de aynı şeyi verebilir mi?

Üçleme olduğundan üç tane ayrı film yapma şansım olacak. Ama bu üç sınıfı da bir filme sıkıştırmaya çalışsaydım o zaman o filmin odağını bulamazdım. Her filmin bir odağının olması lazım. O yüzden üçlemede, her sınıf, bir film olsun ve sonra giderek de filmin tonunu hatta türünü belirlesin fikrine geldim. Bu aslında bana anlatacağım hikâyeye daha özgür bir zihinle yaklaşma fırsatı verdi. Mesela absürt, fantastik ögeler ortaya çıktı. Bu ögeler Babamın Kanatları’nda yok.                                                                       

Tam o noktada türleri deneme şansınız artıyor. Filmi izlerken biraz daha gitse bir distopyaya doğru gidebileceği düşüncesi geldi aklıma.

Çünkü bir distopyanın içinde yaşıyoruz.

İlaçtan çıkma sahnesiyle ile bir zaman mekân belirsizliği oluştururken bir yandan da yemek masasındaki o sahneyle gerçekliği yakalıyorsunuz. Zamanımızın bütün gerçekliği, bütün absürtlükleri bir arada karşımıza çıkıyor.

O absürtlükler o kadar çok yaşadığımız bir şey ki. Benim hikayeye kattıklarım onların yanında çok absürt durmuyor. Tabii ki şöyle bir zorluğu var bunun; bu absürtlükle,  o ilişki dramasını iç içe yedirme meselesi benim senaryo yazarken en zorlandığım, yapıp yapamayacağımdan en çok kuşku duyduğum şeylerden bir tanesi oldu. İşte festivallerde soru cevaplarda ya da çıkan eleştirilerde biraz onu arıyorum. Acaba ne ölçüde yapabilmişim, ne ölçüde izleyiciye ulaşmış ya da ne tür eleştiriler var gibi. Ama bu tercihi yaptığım için mutluyum. Çünkü bunun da bana bir yönetmen olarak alan açtığını düşünüyorum.

Üçleme olarak devam etme düşünceniz, sinemanıza dair bir stilin ortaya konulması noktasında bir şey gösteriyor.

Evet, bir stil ortaya koyma konusunda bir çaba gösteriyor. Çünkü ben stilin çok önemli olduğunu düşünüyorum. İçerikten daha önemli olmasa da içeriğin bir taşıyıcısı olarak tür sinemasının ya da türe göz kırpan örneklerin sanat sinemasında ya da biçimsel olarak filmin nasıl kendini ortaya koyduğu meselesinin senarist olarak değil ama yönetmen olarak en fazla kafa yormam gereken şey olduğunu düşünüyorum. Bir yazar olarak da en fazla bir meseleyi nasıl en iyi şekilde anlatabilirim. Yönetmen olarak da içerikle bağını nasıl doğru bir şekilde kurabilirim.

Birden çok sorunun da muhatabı oluyorsunuz aslında. Bunların hepsini göstermek için gerekli araçlarınız var. Ama bir yandan da tek bir kişi var.

Yazar, yönetmen olarak tek kişi var. Aslında orada yazarken ve çekerken farklı şapkalarım var. Bunu yapmıyorum ama aslında yapabilirim. İki ayrı şapkayla birini takıp senaryoyu yazabilir diğerini takarak da o senaryoyu eleştirebilirim. Çünkü senaryo benim için acılı bir süreç. Böyle bir sürü kaygının, emin olamayış halinin, oluyor mu olmuyor mu şeklinde bir sürü takıntıların olduğu uzun bir süreç. Yönetmenlik ise o gün,o sette bir tercih olarak kendini ortaya koyuyor ve bitiyor. Açılan ve kapanan bir defter. Senaryo hiç kapanmayan bir defter. Sinema filmlerinde çok zorlandığım bir nokta. İlk filmde de olmuştu, bu filmde de oldu. Şöyle anlarda müthiş bir haz alıyorum; Karakterler benim kuklam olmaktan, senaryo benim olmaktan, yüzde yüz hâkim olduğum bir alan olmaktan çıkmaya başladığı ve kendi kararını vermeye başladığı noktada o bütün pişirdiğim şeyin demlendiğini hissediyorum.

Orası önemli bir nokta sanırım. Nerede sizden çıktığını, artık bu hikâyenin anlatılma zamanının geldiğini yönetmenin kararı verdiği yer.

Ben her zaman için ‘hadi bunu çekeyim’ duygusunda oluyorum. Ama şartlar öyle olmuyor. Mesela uzun süre bu film için para bulamadım. Dolayısıyla zaten çekemeyecektim. Aslında para bulamamak benim senarist olarak en çok geliştiren şey oldu diyebilirim. Çünkü para bulamadıkça senaryo üzerinde daha çok çalışmaya başladım.Yazmak yeniden yazmaktır derler. Çalıştıkça da o senaryoyu daha çok ilerletebildiğimi gördüm. O yüzden umarım üçüncü filmde de para bulmakta zorlanırım ve senaryo üzerine uzun uzun kafa yorabilirim.

Zorluktan bir fırsat çıkıyor.

Evet, krizden bir fırsat doğuyor.

Filmi çekme noktasında maddi ve manevi olarak zorlandığınız noktalar nelerdir?

Biliyorsunuz Türkiye’de film çekme noktasında Bakanlık desteği, televizyon ve yapımcılar var ya da yönetmenler kendi parasıyla film çekiyor. Film çekecek kadar bir param yoktu. Dolayısıyla bakanlığa başvurduk. Bakanlıktan destek çıkmayınca yeni yollar arayışına girdik. O aşamada tabii ki çok gel-gitlerim oldu. Film çekebilecek miyim çekemeyecek miyim? gibi. Ama bir şekilde içimden hep şuna inandım. Bu film iyi bir film olacak ve bu filmin yapılması gerekiyor. Bence bir yönetmenin de en büyük motivasyonu ‘bu filmin yapılması gerekiyor’ hissiyatıdır. O hissiyatın olduğu filmde bir şekilde yapılır. Çünkü bu iş bir cesaret bir özgüven ortaya koyma işi. Bütün bu sürecin sonunda Tolga Karaçelik filmin yapımcılarından birisi oldu ve Kanat Doğramacı ikinci yapımcımız, sonra ortak yapımcılar ve bir kolektif ruhla sete girildi. O aşamadan sonra yapımcılarla ilgili herhangi bir filmin içeriğine vesaire bir baskı ya da şöyle olsun böyle olsun gibi bir şey yaşamadım. Onlar bana ve projeye inandıkları için geldiler.

Başladınız ve bitirdiniz mi? O eminlikte mi ilerlediniz?

Çekim süreci başlayıp bitirme gibi gitmedi. Biz üç ayrı dönemde çektik filmi. Çünkü film üç ayrı mevsimi kapsıyor. Kış, ilkbahar ve yaz olmak üzere üç bölümümüz var. Birer haftalık çekimler olarak tasarlayıp aynı zamanda aralarında bir buçuk, iki aylık zaman var. Ve bunları kronolojik çektim. Dolayısıyla da aralarda çektiğim kısımların kurgularını yaptım. Biraz da üç ayrı kısa film çekiyormuş gibi oldu.

Filmin içindeki isimlendirmelerde ondan dolayı mı oldu?

Yok, o epizodik anlatım zaten senaryoda vardı. Ama o epizodik anlatımdaki zaman geçişlerini, oyuncuların saçında, sakalında, kilo alıp vermesi vesaire fiziksel değişmelerinde hatta psikolojik değişimlerinde hatta mekânın ışığının değişiminde bile bir gerçekçilik duygusunu yakalamak istedim. Ve bu da bana aynı zamanda her çektiğim epizodu kurguladıktan sonra bir sonraki bölümün çekimine girerken hazırlanma oldu. O bir sonraki bölümün senaryosunu yeniden ele alma, oyuncularla yeniden çalışma bu karakteri böyle düşündüysem bakın aslında bu da var diyebilme ya da ben şöyle yapmıştım ama acaba şuan o noktada mıyım? gibi tartışmalar yapma şansım oldu. Yakaladığım bu şans özellikle iki karakter özelinde bakarsak  bir derinlik kazandırma fırsatı sağladı bize.

Siz mühendislik eğitimi almışsınız ve sonrasında sinemaya, televizyona geçmişsiniz bunun etkileri ve katkıları nelerdir ve bu uzun süreçler arasında kısa film çekmeyi ya da televizyona dönmeyi düşünüyor musunuz?

Ben mühendislik okudum ama üniversite yıllarında sonrasında ki yüksek lisans yıllarında vs.  kafamda sinema yapmak vardı. Fakat bunu bir meslek olarak yapabileceğimden şüpheliydim. Sonra yurt dışında İtalya’da kurgu okudum. Döndükten sonra bir şekilde sektöre girdim. Kurguculuk, kameramanlık, asistanlık gibi  birden fazla işte uzun yıllar çalıştım. Fakat her zaman için asıl hedefim sinema filmiydi. O yüzden Babamın Kanatları’nın senaryo aşamasından itibaren kendi kendime ‘ bedeli ne olursa olsun sinema filmi yapacağım’ dedim. Üretme, senaryo yazma gerçekten uzun ve meşakkatli bir yol. Biraz böyle bir çilekeşlik gerekiyor. Bende de o çilekeşlik var zaten. O yüzden hayatımda böyle bir dönüş oldu. Mühendisliğin bana ne kattığını soruyorsanız, benim mühendislikten anladığım genel konsept şu, bir optimizasyon işi. Optimizasyon ne demek, uygun koşullara en uygun sonuçları çıkarmaktır. Maksimum ya da minumum değil en uygununu. Aslında film çekerken de bizim bir şekilde yaptığımız mevcut şartlarda en uygun şeyi nasıl  ortaya çıkarabiliriz? Mühendislik bana optimizasyon düşüncesiyle bunun fikrini verdi. Biraz süreç yönetimi, planlama gibi şeyler. Sonuçta hayat bu şekilde gelişti ve pişman değilim. Belki de hatta Sinema- Televizyon okusaydım bir şekilde yılıp başka bir şey yapıyor olabilirdim şu anda. Alan mezunu olup şuan başka işler yapan, tanıdığım çok arkadaşım var. 

İşin içinden gelip yorulmaktansa, işin dışından gelip heyecanı diri tutup devam etmek başka bir şey sanırsam. Kısa film hakkında ne düşünüyorsunuz?

Benim kısa filmlerim var. Kısa filmlerde ben istediğim filmleri bir şekilde çekemedim. Kısa filmlerimi seviyorum ama şunu da biliyorum, çok daha iyi olabilirlerdi. Dolayısıyla kısa filmler benim için bir tür antrenman oldu. O yüzden içimde öyle bir ukde var. İyi bir kısa film yapmak istiyorum. Televizyon işleri de yani bana bir şey katabilecek, benim bir şey katabileceğim normal çalışma koşullarında  bir proje olursa onu da yapmak istiyorum. Biraz daha yönetmenlik kondisyonumu yükseltmek için böyle şeyler yapmak istiyorum. Fakat şimdiye kadar daha ziyade yazma tarafında olduğum için buralara çok fazla kafa yormadım. Ama kısa film konusunda böyle bir ukdem var onu söyleyebilirim.

İstanbul doğumlu. Lisans eğitimini felsefe alanında tamamladı. Yüksek lisansını Medya ve Kültürel Çalışmalar alanında, "Sinemada Aşk ve Zaman: Sevmek Zamanı ve Masumiyet Filmlerinin İncelenmesi" başlıklı teziyle tamamladı. Lisansta aldığı "Sinema ve Felsefe" dersi kalemini sinema yazarlığına çevirmesine vesile oldu. Film Arası ile yolları kesişti. 2019-2021 yılları arasında filmarasidergisi.com 'un yayın koordinatörlüğünü yaptı. Şimdilerde ise haberleri, röportajları ve sinema yazılarıyla yer alıyor. 2022 yılından itibaren Litros Sanat Dijital Kültür Sanat Gazetesi'nde editör olarak çalışıyor. Sinemanın gücüne inanıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir