Sinema Aşkı Sarmış Dört Bir Yanını Batman’ın

Belki şehre bir festival gelir ve şehrin kaderini hiç tahmin edilmeyecek gibi değiştirir. Olabilir mi? Hem de çok güzel olurunu bizzat deneyimlemiş olarak, üç günlük Batman Film Günleri izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım. Fazlasıyla öznel, festivalde bolca şahit olduğum sinemayla dolu dolu sohbet ortamlarının samimiyetinde bir yazı olabilme derdini kuşanmış olarak hadi başlayalım..

Film Günleri’ni anlatmaya, zamanı birkaç ay geriye sararak başlayalım. İlk tohumların Batman şehrine atıldığı, o zorlu yolculuğun bebek adımlarını birçok sinemaseverin seyredip birbirine kenetlendiği ve ortak bir payda etrafında sinemayı sahiplendikleri Sinema Akademisi’nin başlangıç zamanları. Bir ilçede veya şehirde sanatın organizasyon temelli yapılanmasında ve bir etki alanı yaratılabilmesinde devlet desteğinin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunun en yoğun hissedildiği yerler, ülkenin merkezinden uzaklaşılan coğrafyalar olduğunu en iyi o bölgelerin halkı, sanatseveri bilir. Bu sebeple Sinema Akademisinin de Film Günlerinin de sonuna kadar arkasında durup sahiplenen Batman Valiliği ve Batman Belediye Başkanlığı’nın değeri çok daha iyi anlaşılacaktır. Sinemanın yönetmenlik, senaryo, oyunculuk ve sinema tarihi gibi en temel alanlarını iki aya yayılan bir eğitim süreciyle yediden yetmişe çok ilgili ve öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan öğrencilere aktaran akademi, sadece festival kapanış töreninde gösterilen, ortak çekilmiş kısa filmi değil; geleceklerine büyük bir kapı açacak deneyimler de kazandılar.

1 Mart tarihinde Batman Kültür Merkezi’nde yapılan, tek bir boş koltuk kalmamacasına ilgi gösterilen açılış töreninde söz alan Batman Valisi Ekrem Canalp’in ısrarla vurguladığı üzere; sinema günlerinin kalıcı bir festivale dönüşmesi için vereceği mücadele, devlet tiyatrosu sahnesi kurma hayali, sanatın her dalına verdiği büyük önem sevgili Batmanlıların ne kadar şanslı ve geleceklerinin sanat yönünden umutla dolu olduğunu da gösteriyordu. Açılış töreninde aldığı ödül konuşmasında usta oyuncu Halil Ergün de devlet erkanının desteğinin ne kadar önemli ve değerli olduğuna vurguyu yaparken, hayatı boyunca maalesef böylesi bir desteğe çok az rastladığını ve tüm ülkeye örnek gösterilmesi gerektiğini dillendirdi.

Açılış töreniyle beraber “sinema günleri değil festival” olarak anacağım festival izlenimlerimize de başlayalım. Ülkecek açılış törenleri yönetme ve sunma konusunda çok başarılı bir tablo çizdiğimizi düşünmeyen birisi olarak, salonun koltuklarına düşük beklentiyle oturduğumu itiraf edeyim. Ama ilk anından sonuna değin kusursuza yakın bir tören planı ve yönetimi beni çok sevindirdi. Bu başarıda çok dengeli ve ölçülü hazırlanmış kısa videolar, festivale büyük değer verdiği gözlerinden okunan ödül alan ve ödülleri takdim eden büyük ustaların konuklarla kurduğu sıcacık ilişki ve tabii ki töreni güçlü bir hakimiyetle sunan, zamanın su gibi akıp gitmesinde sempatik tavırlarının da etkisi olan oyuncu Merve Polat’ın payı yadsınamaz. Festival ilk senesinde üç büyük sinema değerimize; Perihan Savaş, Halil Ergün ve Derviş Zaim’e onur ödülleri takdim edildi. Açılış töreninin finali ise apayrı bir muazzamlık hikâyesiydi. Sedat Anar ve ekibinin yerli ve yabancı film müziklerini icra ettikleri adı mini ama izleyenleri mest eden konserinin finalindeki performansı arşa çıkaran on dakikalık Vizontele müzikleri icrası ise o büyülü geceye koyulabilecek en güzel final noktasıydı. Eminim orada bu deneyimi yaşayan herkes Sürü’den Canım Kardeşim’e, Çingeneler Zamanı’ndan Selvi Boylum Al Yazmalım’a uzanan filmlerin müziklerini mırıldanarak evlerinin yolunu tutmuştur.

Festivalin ilk gününde Derviş Zaim’in Flaşbellek filminin gösteriminin ardından söyleşi kısmına geçildi. Usta yönetmen Zaim, sinemasının dünden bugüne geçtiği yolları her zamanki gibi çok derin analizler ve saptamalar eşliğinde anlattı. Her daim mesele edindiği gelenek, oryantilizm, modernizm, mitler ve ritüeller üzerinden temellendirdiği konuşmasında, zaman ve mekân kullanımındaki yönetmen tercihlerinin önemine de değindi. Flaşbellek’in ardından Darin J. Sallam’ın Filistin’in işgalini bir kız çocuğunun gözünden anlatan Farha filminin gösterimi ve ardından film ekibiyle soru cevap yapıldı. Seyircinin de büyük ilgi gösterdiği film, İsrail işgalinin aslında zulmünün 1948 yılında başladığını cesur bir şekilde perdeye yansıtıyor. Farha’nın gösterildiği festivallerde büyük yankı uyandırdığını, Filistin mücadelesini dünyaya duyurma konusunda iz bıraktığını da dile getirdi genç yönetmen Darin J. Sallam. Sinema dünyası gözü pek ve büyük potansiyelli bir yönetmen kazandı dersek yanlış olmaz.

Festivalin ikinci günü, sinema kariyerlerinde de birçok kez aynı filmde yer almış Perihan Savaş ve Halil Ergün’ün söyleşisiyle açıldı. Keşke bitmese denilen, Yeşilçam’ın o güzelim zamanlarından günümüzün birbirine benzemekten hiç hicap duymayan kalite fakiri dizilerine, çok zorlu şartlarda çalışılan set anılarından, sinemanın ve aslında sanatın bir ülke/toplum için çok büyük önemine değin çok zengin, neşeli ve öğretici bir söyleşiyle güne de harika bir başlangıç yapmış oldu iki ustayı can kulağıyla dinleyen sinemaseverler. Günün ilk film gösterimi Vuslat Saraçoğlu’nun Borç adlı yapımıydı. Gösterim ardından seyircilerin sorularını yanıtlayan Saraçoğlu’nun filmin yapım aşamalarıyla ilgili verdiği bilgiler kanımca sinema yapmak isteyen herkes için çok değerliydi. Karakteri oluşturma ve yapılandırma çalışmasından, en küçük yan rolün her türlü detayına önem vermeye, karakterin içerdiği zıtlıkları doğru bir dengeyle harmanlamaktan senaryo yazımının inceliklerine değin epey aydınlatıcı bir söyleşi oldu. Özellikle filmin ana karakteri Tufan hakkında “Tufan karakterini çok iyi tanıyorum, onu bazı yönlerini çok seviyorum ama sevmediğim yanları da var” açıklaması, yönetmenin yazdığı karakterle olan ilişkisi, karakter yazımının aslında ne denli çetrefil bir iş olduğunu göstermesi bakımından da değerliydi. Tufan gerçekten de çok iyi yazılmış, uç noktaları arasında keskin bir farklılık olan, pasiflikle tekinsizlik arasında sessiz sakin salınan, güce karşı takındığı veya takınamadığı rolle karakterini zenginleştirmeyi başarıyordu. Vuslat Hanım ikinci filmi olan Bildiğin Gibi Değil’in müjdesini de verdi. Konusu ve oyuncularıyla epey merak uyandıran yapım, bu yıl içerisinde seyirciyle de buluşacak.

Filmin finalindeki çok tatlı sahnede çalan Ülkü Aybala Sunat’ın dupduru sesi ve yorumuyla seyircinin yüreğine hemencecik konuveren Gül isimli şarkı ise, şu yazıyı yazdığım zamana kadar dilimde bana eşlik etmeyi sürdürdü. Müzik ve sinema doğru bir uyum yakaladıklarında nasıl etkileyici olabilir konusunda örnek gösterilebilecek bir tercihti yönetmen Vuslat Saraçoğlu’nunki. Müziğin kullanıldığı final sahnesine damga vurması ve tınıları ise aklıma hemen başka bir filmi ve şarkısını getirdi: Ümit Ünal imzalı Sofra Sırları’nın finaline damga vuran Gaye Su Akyol şarkısı Biliyorum. Ruh eşi gibi iki final sahnesi ve sahnelerin anlamlarına anlam katan harika müzikler, sözler.

Günün ikinci gösterimi ise küçük çaplı bir sinemasal mucize olarak adlandırılabilecek, Özbekistan yapımı, genç Shokir Kholikov imzalı Sunday filmiydi. Özbek köyünde yaşamlarının son demlerini süren bir karı kocanın günlük yaşamlarını oldukça sade, dingin ama yönetmenin yaşıyla tam bir tezat oluşturan olgun sinema dili, muazzam kamera estetiği, teknolojinin yaşlı kesim tarafından yorumlanmasına getirdiği cesur yaklaşım ve yaşam idraki üzerine çok derin felsefi sessizliğiyle perdeye yansıtan yapım, sanırım tüm seyircileri kendine mest etti. Soru cevap kısmında yine seyircilerin en merak ettiği konu filmin yapım aşamasıydı. Yönetmen Kholikov’un verdiği bir ayrıntı ise beni fazlasıyla etkilemeye yetti de arttı. Filmi 10 gün gibi kısa bir sürede çektiklerini anlatan yönetmen, çektikleri ama filme koymadıkları sadece 10 dakikalık bir komşu sahnesi olduğunu dile getirdi. Kholikov öyle net ve mükemmel bir senaryo-çekim planlaması yapmış ki, aslında kafasında kurduğu veya hayal ettiği neyse aynısını filme de yansıtabilmiş. Kesinlikle hayran kalınası. Filmin ilginç yanlarından birisi de kültürlerarası farklılığın seyirciler ve yönetmen tarafından bambaşka bir şekilde yorumlanmasıydı. Filmde çoğu seyirciye göre aralarında söze dayalı kısıtlı bir iletişimin olduğu, ataerkil diyebileceğimiz ve erkeğin mesafeli tavırları nedeniyle sevgiden ayrı düşmüş bir ilişki yorumunun aksine, yönetmen Kholikov ve filmin oyuncuları, sözden öte önemsiz gibi görünen küçük ayrıntıların (erkeğin eşine ilaç almaya gitmesi gibi) büyük bir aşk hikâyesine işaret ettiğine vurgu yaptı. Sinemanın bambaşka kültürleri aynı potada eriten, farklılıkların aslında ne büyük zenginlik olduğuna işaret eden güzelliklerinin çok tatlı bir örneğiydi Sunday. Festival koşturmacası arasında yönetmenin ikinci film projesiyle ilgili küçük küçük bilgiler aldım ki, yine mest olacağımız bir film geliyor diyebilirim.

Festivalin son günü ise festival konukları için düzenlenen Malabadi Köprüsü ve Hasankeyf gezisiyle başladı. Yıllara meydan okurcasına dimdik ayakta kalan, üzerinde aslında büyük bir geçmişi de taşıyan Malabadi Köprüsü, yapım hikâyesi ve kendine has yapısıyla ülkemizin en nadide eserlerinden birisi durumunda. Yaklaşık sekiz sene önce suyu üzerinde kalan son yapılarına şahit olduğum Hasankeyf ise gezi ekibinin hepsinde ayrı bir yara açtı diyebiliriz. Tamamı sular altına gömülmüş, bir nevi sular altında koskoca bir tarih taşıyan Hasankeyf antik kenti, burnumuzun direklerini sızlattı yolculuğun geri kalanında. Puslu bir havada Hasankeyf’e doğru ilerleyen minibüste çalmaya başlayan, aslında Mustafa arkadaşımızın içinde bulunduğumuz psikolojiyi çok iyi yansıtacağını düşündüğü için seçtiği Farjad’ın Golha adlı eseri üzerine tercümanımız Efe’nin tanımı ise aslında her şeyi özetliyordu: “Şu an sanki Hasankeyf’e ağıt yakılıyor.”

Dönüşte soluğu genç yönetmen Ahmet Toklu’nun ilk uzun metrajı Pota’nın gösteriminde aldık. İstanbul’un periferisinde hayata ve hayallerine tutunmaya çalışan çocukların hikâyesi, bir nevi yönetmen Toklu’nun çocukluğunun bir izdüşümü gibi düşünülebilecek bir yapımdı. Söyleşi bölümünde film yapım sürecinin yanı sıra, çocuklar arasındaki dayanışma, zorluklarla mücadele, hayattaki adalet mefhumu gibi konu başlıklarına değinildi. Festivalin son gösterimi ise Semih Kaplanoğlu’nun Bağlılık Hasan filmiydi. Gösterim sonrasında filmin oyuncuları Umut Karadağ ve Filiz Bozok’un katıldığı soru cevap yapıldı.

Festivalin kapanış töreninde ise sinema akademisi öğrencilerinin büyük bir emekle çektikleri kısa filmin gösterimi yapıldı. Sinema sevgisiyle dolu, alanında çok değerli isimlerden aldıkları sinema eğitiminin bir anlamda zekatını kameraya yansıtan öğrenciler, festivali ilk gününden itibaren ilgiyle takip ettiler. Soru cevap kısımlarında sordukları daha doğrusu merak ettikleri konular ise her birinin sinemaya nasıl gönül verdiklerini de, çok dikkatli bir seyirci de olduklarının göstergesi gibiydi. Festival boyunca sohbet ettiğim akademi öğrencilerinin tamamının hayatının önemli bir köşesine sinemayı konumlandırdığını görmek beni de çok sevindirdi. Bilgisayarında en az 5-6 kısa film senaryosu olanı da, 30 bölümlük bir macera dizisi senaryosu yazdığını dile getireni de, henüz yirmili yaşlarının başında hem günümüz sinemasına hem de geçmişteki büyük ustaların filmografilerine hakim sinefil addedebileceğim kursiyerleri tanımaktan büyük gurur duydum. İşte o zaman açılış töreninde festival direktörü Suat Köçer’in Sezen Aksu’nun Gülümse şarkısına ithafen vurguladığı “Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur. İklim değişir Akdeniz olur” sözleri, sinema akademisi özelinde daha bir anlam kazandı. Batman çok büyük bir sanat potansiyeli taşıyor gözlemlediğim kadarıyla ve sadece sinemayla sınırlı değil. Sadece bu seneki akademiden çok başarılı senarist ve yönetmenler de çıkacaktır. Şimdiden gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, Batman’ın her geçen yıl daha da zenginleşen içeriğiyle bir film festivali olacaktır. En başta Halil Ergün’ün de sık sık vurguladığı üzere, Batman çok düzenli ve planlı kentleşmesi, halkın yaşamını kolaylaştıran kamu uygulamaları, insanının çok yardımsever ve ince düşünceli oluşu gibi faktörler birleşince, şehre bir festivalin çok yakışacağı ve sürdürülebilir olacağı aşikâr diyebiliriz.

Başta festival direktörü Suat Köçer ve festivalin var olmasında onun en büyük destekçisi Metin (Gürbüz) Bey başta olmak üzere, canla başla koşturan ve kusursuza yakın bir organizasyonda emeği olan Yekta, Efe, Uğur, Muhammet, Ahmet ve adı aklıma gelmeyen tüm ekibe teşekkürlerimi sunmak isterim. Böyle değerli bir ekibe sahip olduğu için Suat Köçer’in ve asıl Batman’ın ne kadar şanslı olduğunu söylemek gerek. Festivaller aynı zamanda yepyeni insanlarla tanışma, çok güzel dostlukları başlatma imkânları da sunan organizasyonlardır. Orada tanışıp bol bol sinema muhabbeti yaptığımız başta Ali Demirtaş olmak üzere Sevda Dursun ve Bünyamin Yılmaz ile Malatya’da sinema ve festivallerle ilgili çok güzel çalışmalar yapan Mustafa Gürbüz arkadaşlarla tanışmak da en büyük kazançlarımdan oldu diyebilirim. Demem o ki, seneye 2. Batman Film Festivali’nde görüşmek dileğiyle..

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir