Kendi Karanlığında Yitip Gitmek

İlk gösterimi Berlin Film Festivali’nde genellikle deneysel filmlerin yarıştığı Forum Bölümü’nde yapılan Melisa Önel’in ilk yönetmenlik deneyimi olan Kumun Tadı 33.İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini gerçekleştirdi. Hikâye anlatımında Avrupa Sineması veya Amerikan Bağımsızlarının deneysel tarzının hâkim olduğu çalışmalara yapımcılık anlamında destek olan Bulut Yapım’ın, yine aynı çizgiyi koruduğu bir film Kumun Tadı.

Son yıllarda ülke sanat sinemamızın anlatım kodlarını kullanan çok tipik bir örnek olarak incelenmesi ve kritik edilmesi gereken bir film olduğu için, önemsenmesi gerekilen bir yapım olarak adlandırılabilir. Peki nedir Kumun Tadı’nın takip ettiği yol?

Ülke sanat sinemamızın saplanıp kaldığı ve kurtulmak için çaba sarf etmek şöyle dursun bataklığın sınırlarını genişletmeye çalıştığı bir çıkmazdan bahsederek konuya giriş yapmak elzem bir durum artık. Biçim-hikâye ikilisini beraber aynı kulvarda yürüterek dramatik yapıyı güçlendirmek varken hikâyeyi olabildiğince kesif ve dar sınırlara hapseden, buna karşılık sinematografiyi çeşitli biçim oyunları ve tercihlerle açık ara öne çıkartan bir anlayış, maalesef ki kendini hapsettiği dar sınırlarda zor nefes alan, seyirciye mesafeli, sinema dili olgunlaşamayan/tamam olamayan bir hale bürünmekten de kurtulamıyor. Biçim ve hikâyenin tamamen birbiriyle uyumsuz örneklerine çokça rastlarken, biçimin hikâyeyi doğru biçimde sarmaladığı fakat hikâyenin kurulma aşamasında çok zayıf kalan filmlere de nadir olsada rastlıyoruz. İşte Kumun Tadı’da ikinci sınıfa giren ve kendi adıma kaçan balık büyük olur tanımlamasını yapmaktan kurtulamadığım, talihsiz ve seyircinin hevesini kursağında bırakan bir film. Hatta kızgınlık ve hayranlığın birbirine karıştığı ama kızgınlığın güçlü bir biçimde –maalesef- baskın çıktığı da bir film karşımızdaki.

Kumun Tadı yönetmen Melisa Önel’in de söyleşilerinde bahsettiği üzere bir atmosfer filmi olarak yapılandırılmış, hatta deneyselliğin de tanımlamaya dahil edilmesi gerektiği bir yapım. Yönetmen, filmini beyazperdeye aktarırken atmosferi yaratan kaynaklar olarak görüntü, ses tasarımı, doğanın kullanımı ve oyunculuğu ilk sıralara yerleştirirken; denklemin hikâye kısmında bilinçli boşluklar bırakan, hem karakterlere hem de seyirciye karşı mesafeli bir tutum takınıyor. Yani en baştan eşitliğin iki tarafını birbirine eşit kabul etmediğini ve bunu perdeye birini diğerine üstün kılarak gerçekleştireceğini ilan ediyor. Bu tercih kesinlikle yönetmenin bir sinema dili yapılandırma aşamasında tercih etmekte özgür olabildiği bir seçim olmasına karşın; Önel, hikâyenin biçimin dilini tercüme edebileceği bağlantıları çok zayıf kurduğundan hem birbirlerine hem de seyirciye yabancı kalan bir ikiliden söz etme gereği duyuyoruz. Biçimin gücü bazı anlarda öyle azametli hatta hayran kalınası bir merhaleye yükseliyor ki, hikâyenin onunla aynı kulvarda yürüyebilecek bir dil yetisine sahip olamadığından neredeyse aradan buharlaşıp kaybolduğu hissiyatı oluşuyor. Film kimi anlarında neredeyse ihtişamlı bir diyalogsuz video art gösterisine dönüşüyor.

Melisa Önel kesinlikle sıradaki filmini merakla bekleyeceğim, çok muazzam bir sinema bakışı olan bir yönetmen. Yönetmen, hedeflediği atmosferi yaratmak için görüntü, ses ve doğayı çok güçlü bir uyum sağlayacakları biçimde harmanlayarak, birbirleri içinde bütünleştirip eriterek daha etkin bir düzeye çıkartmayı, farklı bir anlam katmanı yaratmayı başarıyor. Deniz ve kayalıkların çepeçevre sardığı doğayı soğuk, karanlık ve tekinsiz bir iklimle kuşatırken, doğanın kendine has seslerini olabildiğince doğal ve vahşi bir kimlikle perdeye yansıtıyor. Özellikle deniz, kendini her daim hissettiren ve ağırlığını karakterlerin omuzlarına yükleyen sesi ve çıkışsızlığıyla filmin çok zayıf çizilen çoğu karakterinden daha dinamik bir karakter işlevi görebiliyor. Bu noktada filmin ses tasarımını yapan Umut Şenyol’a övgüler düzerken, filmde karanlığın, yalnızlığın ve çıkışsızlığın sesi olan müziklerini yapan Erdem Helvacıoğlu’na da sinemamızın çok üzerinde bir işe imza attığından ayrı bir parantez açmak gerek.
Kumun Tadı, daha ilk dakikalarında seyirciyi kurmaya çok özen gösterdiği boğucu ve kolay tanımlanamayan atmosferin içine atıyor. Bu noktada atma fiili bilinçli olarak kullanılmış olup, seyirciyi atmosfere sokuyor ifadesi tercih edilmemiştir. Çünkü yönetmen, seyirciye film boyunca çok kalın ve aşılması mümkün olmayan bir duvar ardından hikâyesini anlatma derdi güdüp, hikâyeyi atmosferin kuyruğuna sadece teyellediğinden, seyircinin o karanlık dünyaya alışmasını değil, orada ne olduğunu anlamadan yalnız kalmasını ve hissetmesini tercih ediyor. Olabildiğince uzun, karanlık, kesif, yorucu ve diyalogsuz bir prolog ilk sinyalleri veriyor aslında. Gün aydınlanmaya başladıkça karakterlerimiz daha görünür ve birbirleriyle daha anlamlandırılabilir ilişkiler içerisinde oluyorlar. Ve karakterleri/karakterler arası ilişkileri yönetmenin olabildiğince az malzeme kullanarak anlatma tercihiyle beraber tanıma(ma)ya başladıkça, karanlık ve boğucu atmosfer içerisinde bir yerlere oturtabiliyoruz. Hem görsel hem de simgesel bazı unsurlarla karakterler ve hikâye üzerine derme çatma bir anlam bulutu oluşturabiliyor seyirci. Botanik bilimci Denise karakterinin de, insan kaçakçısı Hamit’in de Mehmet’in de bulundukları yerlere ait olmadıklarını, kurtulma isteğini taşıdıklarını ama motivasyon anlamında yeterli güce sahip olamadıklarını çıkarsayabiliyoruz ama hissedemiyoruz, güçlü bir nedensellik bağıyla kuşanamıyor karakterlerin eylemleri/eylemsizlikleri. Zaten karakterlere mesafeli anlatım seyirciyi bir adım uzakta konumlandırırken, öte yandan karakterlerin zenginleştirilemeyen, güçlü bir bağlantı noktasından yoksun, fazlasıyla ucu açık, gereğinden fazla eksik bırakılmış boşlukların seyircinin kucağına bırakılmış hali perdede bir noktadan sonra tıkanan bir hissiyatı vücuda getiriyor.

Karakterleri tanıdıktan kısa bir süre sonra tahmini ve yorumlanmaya açık cevaplara ulaşılması sonrasında hem hikâye hem karakterler adına nerdeyse hiçbir gelişme olmuyor. Hikâye ve karakterler girdikleri kısır bir döngü içerisinde gitgide zayıflayan hatta silikleşen, etki gücünü yitiren bir konuma yerleşiyorlar. Yönetmenin karakterlerinde ve hikâyesinde bile isteye bıraktığı boşluklar, ortada ne zengin bir şekilde çizilmiş karakterler ne de gittikçe açılan ve atmosferi anlamlandıran güçlü ve aynı sularda yüzen bir hikâye olmadığından; tüm malzemesini erkenden tüketmiş, seyirciyi gittikçe sinemasal bir açlığa mahkûm eden fakir bir hale dönüşüyor. Karakterlerin atmosferin gör dediği o derin iç yalnızlıklarına, çıkışsızlıklarına, iletişimsizliklerine dokunamayıp, dertlerine de yoğun bir şekilde vakıf olamıyoruz. Sanat sinemamızda iletişimsizliğin uzun uzun sessizliklere, kaygılı bakışlara ve minimal diyaloglara hapsedildiği örneklerinde olduğu minvalde kısır ve ezber kodlara kendini teslim etmiş bir film duruyor karşımızda. Mültecilik gibi çok zengin içeriğe sahip bir olguyu dahi ‘bir yerden diğerine kanun dışı ve zor koşullar altında göç eden insanlar’ sığlığında ele alıyor yönetmen. Mültecilik olgusu, filmin dramatik yapısını üzerine temellendirdiği gitme/gidememe ikilemine, içerdiği mekânsal hareketlilikten dolayı dâhil ediliyor ama organik biçimde hikâyeyle bağ kurmaya dahi çalışılmıyor.

Filmin geneline baktığımızda, atmosferin hükümranlığında deneysel bir kısa metraj filmde oldukça başarılı durabilecek malzeme, konu uzun metraj, hikâyeye bakış açısı da ezberlenmiş kodlara bağımlılık olunca perdeden seyirciye doğru yayılan derin bir yetersizlik ve boğuculuk peydah oluyor. Filmin hikâye ve karakterleri üzerine tüm malzemesi tükendikten sonra kalan çok uzun bölümü başarılı karanlık atmosferinin işkence ve sabır seansına dönüşmeye başladığı tehlikeli sulara girmeye başlıyor. İşlevsiz karakterler ama işleyen hikâye veya tıkanan hikâye ama başarılı karakterler gibi en azından seyircinin ilgisini ayakta tutacak olumlu bir denklem elde kalmayınca, seyircinin artan bir oranda yabancılaştığı (aslında hiç bağ kuramadığı) karakter-hikâye ikilisi kalıyor geriye.
Özetle, Kumun Tadı umut vaat eden bir yönetmeni bize müjdelerken, sanat sinemamızın artık kurtulması gereken ezber ve kısır boyunduruklardan neler çektiğinin acı bir örneği oluyor. Sinemanın hikâye-karakter-biçim muhteşem üçlüsünden herhangi birinden fire verildiğinde, nasıl tökezleyen, anlam yoksunu olabilen ve seyirciye (aslında sinemaya) yabancılaşan bir sanat olduğunun apaçık bir delili haline geliyor. Sinemanın etkili bir atmosfer yaratımından çok daha fazlası olduğunu tekrar tekrar keşfetmek için ders niteliğinde bir film Kumun Tadı.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir