Cemil Meriç Sinemacı Olsaydı İşimiz Daha Kolay Olurdu

Yeni dönem Türkiye sinemasının önemli yönetmenlerinden olan Derviş Zaim, Tabutta Röveşata filmiyle başladığı sinema yolculuğunda çok sayıda önemli filme imza attı. Kendine özgü sinema dilini oluşturarak geniş kitlelerin beğenisini kazanan Derviş Zaim, edebiyatla olan sıkı bağının yanı sıra, geleneksel Türk sanatlarına ayrı bir önem veren ve bunu sinemasına yansıtan bir usta. Yerel kodlara duyduğu hassasiyeti filmleri kadar söylemleriyle de dile getiren Zaim’le biraz mevcut sinema tablosunu biraz da yönetmen seyirci ilişkisini konuştuk.

Söyleşi: Suat Köçer
Fotoğraflar: Ahmet Aytaç

Sinema maceranız nasıl başladı?

Ortaokul ve lise çağlarında öykü yazmaya gayret ediyordum. İyi bir yazar olmak gibi bir niyetim vardı, öncelikle iyi bir okur olmaya çalışıyordum. İyi bir okur olma yolunda denemelerim beni bir süre sonra sinemayla daha ciddi anlamda ele almaya doğru götürdü. Sonra Boğaziçi Üniversitesi gündeme geldi. Boğaziçi Üniversitesi’nin işlek bir sinema ve fotoğraf kulübü atmosferi vardı. Oraya gelen Üstün Barışta isimli bir hoca çoğu kişiyi etkilemiştir. Ki bunlar arasında Nuri Bilge Ceylan’da vardır, onun da Üstün Bey’den etkilendiğini bilirim. Onun rahle-i tedrisinden geçmemiş ama yine oralarda olan Ezel Akay, Reha Erdem ve birçok ismi saymak mümkün. Üstün Bey’in derslerine girmeye başladım ve onun derslerinde şunu gördüm: Bir hoca bir kişinin hayatını değiştirebilir mi? Evet, değiştirebilir. Beni setine davet etme inceliğini gösterdi. Setinde ışık, kamera gibi her türlü şeyi görme imkânım oldu. Sonrasında küçük senaryolar yazmaya başladım. Bu senaryoları sinema kulübü bünyesinde çekmeye gayret ettik. Çekemediğimiz senaryoları fotoroman şeklinde bir araya getirmeye gayret ettik. Kısacası yüzmeye, kulaç atmaya başladık. İngiltere’de bir yıl Cultural Studies alanında master yaptım. Onun öncesinde televizyonlarda kültür programları yapma şansım da olmuştu. Buradaki pratik, İngiltere’deki teorik eğitimle birleşince donanımım güçlendi. Pratiğin ve teorinin beraber gitmesini düşünüyorum. Londra’da çok düşük bütçeyle nasıl film yapıldığı üzerine bir kursa katıldım. Bu work shop cesaretimi arttırdı ve döndükten iki yıl sonra Tabutta Röveşata’yı çektim.

Peki, düşük bütçelerle film çekme konusundaki öngörülerinizde haklı çıktınız mı?

Yaptığım doğruydu. Orada bir cesaret kazandım ama Türkiye’de daha başka bir şey yapamazdım. Türkiye’ye döndüğümde çekmek istediğim bir senaryoyu bir yapımcıya vermiştim. Olumlu olmayacağı çok kısa bir sürede anlaşıldı. O yoldan gidersem büyük ihtimalle bir duvarla karşılaşacağımı biliyordum. Bu nedenle kendi göbeğimi kendim kesmek zorunda kaldım. Bundan sonraki zamanlarda da yapmak istediklerimi yapabilmek için kendi göbeğimi kendim kesmem gerektiğini öğrendim. Aksi takdirde bu filmler kendi istediğim gibi olmazdı. Ne yazık ki bu ülkede istediğinizi istediğiniz gibi yapmak gibi bir derdiniz varsa onların aynı zamanda yapımcısı olmak zorundasınız. Düşük bütçeyle başlamış olmak şerden hayır doğurdu. Eğer başka türlü olsaydı derim kalınlaşmayacaktı. O sıkıntıları ve acıları çekmemiş olsaydım, daha sonraki işlerden daha az sürtünerek, yara alarak çıkamazdım. İnsanın derdi aslında bir anlamda dermanı olabilir. Bu bitmeyen bir süreçtir. Ve kolay kolayda biteceğe benzemiyor. Belki biraz daha kolaylaşıyor sadece.

Filmlerinizdeki karakterler hayata ve yaşadıklarına karşı çok hassas karakterler. Bazıları bir çatışmanın içerisindeler fakat o kadar naifler ki bu çatışmayı derinden yaşıyorlar. Bu kadar önemli ve özel karakterleri bir ana fikir içerisinde teknik bir sanat üzerinden anlatıyorsunuz. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Sinemanın bu kadar popülist ve teknikle alakalı bir alan olması hasebiyle, böylesi hassas hikâyeleri ve naif karakterleri anlatırken, anlatım dilinizi oluşturmaya çalışırken nasıl bir denge kurmaya çalışıyorsunuz?

Çok boyutlu bir konu bu. Öncelikle anlatı yapısını anlatmakla başlayayım. Kapitalizm ve günümüz sineması Aristocu ve üç perdeli anlatıyı, onun 20. Yüzyılda aldığı biçimi en önemli anlatım biçimi olarak görür. Bunu Hollywood ve onun patronaj yaptığı sinemalar ki burada Türk Sineması da kabul etmiştir. Tam bir taklit mekanizması olmamakla birlikte bizim sinemamızın da aldığı anlatım budur. Bu meyanda karakterinizi ele alırken bugünün seyircisine seslenmek istiyorsanız ki burada bunun doğru olduğunu düşünüyorum, kitle sanatının tuzaklarına düşmeden bunun yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada kendime açmaya çalıştığım yollardan biri şu oluyor: “Acaba kitleyle bağını koparmadan derinleşmek mümkün müdür?” Bir insan hem sokaktaki insanların da anlayabileceği, onların da en azından kendi meşrepleri bağlamında kendilerine yakın hissedecekleri bir yapı oluşturup, aynı zamanda da felsefi, düşünsel ve ruhsal başka meseleleri de deşebilir mi? Benim sinema sanatında naçizane yapmaya çalıştıklarımdan birisi budur. Fakat sonrasında ortaya çıkan işin gişe başarısının ne olduğu ayrı bir tartışmanın konusudur. Günümüzde yapılan işin sadece kalitesi, kalitesizliği gibi noktaları aşan bir yanı vardır. Bunun yanında dağıtım stratejilerinizin ne olduğu, reklam bütçenizin ne olduğu, yaptığınız işin ve onu yapma biçiminizin nasıl olduğu, hangi türde yapıldığı gibi burada saydığım sayamadığım birçok faktör işin içerisine girer ve başarısı üzerinde etkili olur. Dolayısıyla bütün bunları bilerek yola çıktığımı söylemem mümkün. Yapmaya çalıştığım bir başka şey de insan ruhunu zenginleştirmeye çalışmak biçiminde ifade edilebilir. Şiddetin alıp başını gittiği bu çağda bizim kurtuluşumuz nasıl olacaktır? İnsan kurtuluşunu birkaç şeyle sağlayabilir. Çok büyük bir utanç duygusu, çok büyük bir acı ya da büyük bir aşk bizi kurtarır. Sinemanın da yapmaya çalıştığı şey insan ruhunun nasıl daha farklı bir açılıma gidebileceği, bunu doğurup doğuramayacağı üzerine sorular sormak, başka soruları tetiklemek biçiminde ifade edebilir. Bunu yaparken mutlu oluyorum, kendime sorular sorduğum oluyor. Bu konuda beni mutlu eden başka bir şey daha var. Kendimi ifade ederken başkalarını da anlatmış oluyorum. Filmlerimde gördüğünüz birçok karakter aslında bir manada benim. Dolayısıyla insan sinema yaparken hem kendini anlatır hem de başkalarını anlatır denilebilir. Bu da büyük bir haz verir insana. Bu haz çektiğiniz birçok minneti de unutturabiliyor.

Anlattıklarınızdan çıkardığım kadarıyla hem seyirciyi hem de kendi dertlerinizi, anlatmak istediklerinizi önemsiyorsunuz. Burada bir ayar kaçması, birinden birinin ağır basması gibi bir durum var. Ya seyirci sizin aklınızı çelerse, ya siz seyircinin hülyasına kapılırsanız, bir takım dertlerinizi artık bir refleks motivasyonu beklemeye başlamanız gibi bir tuzak söz konusu mu? Bir yönetmen olarak böyle bir tuzak seziyor musunuz?

Türkiye’de seyircinin nasıl işlere ilgi gösterdiğiyle ilgili birkaç cümle edeyim. Küçük komiklikleri, fıkraları, anekdotları art arda sıralayıp arasına küfür koyduğunuz zaman seyirci geliyor. Türk seyircisi senede bir ya da iki kere aşırı milliyetçi filme ihtiyaç duyuyor. Üç ya da dört senede bir ağlamak istiyorlar. Son zamanlarda başka bir kulvar ortaya çıktı: dini bir takım meseleleri ele alan filmler var. Bunun dışında bir de sanat filmleri var ama onların da seyirci açısından çok önemli olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. Bütün sanat filmlerini topladığınızda %5-10 arası bir efekt oluyor. Bu meyanda kendi seyircimizi nasıl oluşturacağız, nasıl büyütüp geliştireceğiz?

Bu ülkede üretilen filmlerin bir kısmının yeterince değerli olup olmadığı tartışmasını yapmak gerek. Biz neyi önemli neyi önemsiz görüyoruz? Bunu yaparken de kendimize başka tuzaklar kurmayalım. Çünkü önemli olan budur ve bunun dışındakiler önemsizdir dediğinizde bir anlamda kitlesel sanatı, sokaktaki insanın ilgi gösterdiği sanatı bir yere koyuyorsunuz; onu tu kaka ediyorsunuz, onu anlamak için gerekli zihinsel melekeleri göstermemek gibi bir durumla kuşatıyorsunuz. Onu da anlamak lazım, niçin ona gidiyorlar, televizyonlarda tekrar tekrar izliyorlar. Bu sorulara yanıt bulmak zorundayız aksi takdirde bu trend böyle sürüp gidecek, buna mahkum olacağız. O karanlık ormandan tarla açabilmen için ormanı tanıman lazım. Klasik sinemanın bizdeki tezahürlerinin kendim tarafından çok iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Tu kaka dediğimizde kendimize tuzak kurarız. O gelir, bir şekilde seni avlar. Senin filmine seyirci gelmemeye başlar, senin filmini dağıtımcılar almamaya başlar, filmine yatırımcılar yatırım yapmamaya başlar.

Bir de şöyle bir tuzak var: Kendi geçmişimiz, kültürel kodlarımız, sahip olduğumuz geleneksel değerlere bağımlılık ve bunları önemseyen bir tavırdan, tarzdan bahsettik. Bu acaba bizi kapatan, sığlaştıran bir şeye dönüşme tehlikesini de beraberinde getirir mi?

Şimdi bunu yapmadığımızı varsayalım, daha büyük bir yoksulluk olmayacak mı? Oryantalizmden tutun da kendi kendine oryantalizme varıncaya kadar bütün o deneyimleri bu ülke yaşadı, yaşamaya devam ediyor ve muhtemelen yaşamaya da devam edecek. Bunların bizde yarattığı tahribat büyük değil mi? O zaman ya teslim olacaksın ya da mücadele edeceksin. Benim seçtiğim şeylerden bir tanesi de mümkün olduğunca karşıt cümleler kurabilmek. Başkalarının sana dayattığı biçimlerle düşünmeye kalkarsın, onları şiar edinirsin. Örneğin İslamcı gençler transandantal sinemaya bayılıyorlar. Tarkovski, Dreyer, Ozu ve kısmen Bergman sevdikleri isimler. Tabii ki bu minimalizm ve transandantal sinema takip edilebilir fakat bu tarzı sana başkaları dayatıyor. Bu tarzı dayatanlar tarafından onların dediklerinden farklı işler kabul edilmiyor. Örneğin Şeyh Galip bugün yaşasaydı ve sinema yapmış olsaydı, eserini sinemayla tercüme etmiş olsaydı onu hiçbir yere almazlardı.

Peki, sinema ve diğer bazı sanat dallarında bir takım kompleksleri yenmemiz, kendimize özgü, bize ait şeyler üretmek ve kısır döngünün içerisinden çıkmak için ne tür sorular sormalıyız?

Ben kendime sorduğum sorulardan bahsedebilirim. Çünkü bu çağda toplu bir yürüyüş ne İtalyan Neorealizmi ne İngiliz Free Sineması gibi hareketler Türk Sineması için söz konusu değil. Çünkü toplu yürüyüş olabilmesi için bir vektörel hareket olması lazım. O vektörel hareketi sağlayacak bir toplumsal alt üst oluş, kendine çekidüzen verme, acıya karşı mesafe alma söz konusu değil. Dolayısıyla burada bir kafa karışıklığının devam edeceği görülüyor. Ancak bireysel birtakım çabalardan bahsedebiliriz. Bu manada kendi adıma şöyle söyleyebilirim: Acaba ben bana verilen form ve içerikleri daha zengin hale getirebilir miyim? Bu benim ya da başkalarının ruhunu zenginleştirir mi? İçinde bulunduğum bu coğrafyanın bana sunduğu ipuçları nelerdir gibi basitleştirdiğim sorularla yola çıktım ve bunlara devam ediyorum.
Sizin için ‘filmlerinde hep zor sorular soruyor’ deniyor. Sadece soru sormak, sordurmak da mümkün belki ama kendi adınıza bu sorulara cevap kaygısı da taşıyor musunuz?
Cevaplamaya gayret ettiğim sorular oluyor ama her cevabı da kendim vermek istemiyorum. Şerh meselesi İslam ve Batı felsefesinde gündeme getirilmiş bir meseledir. Değişik dönemlerde değişik yanıtlar verilmiştir. Bu yanıtlar önümüzdeki yüzyıllarda da farklı şekillerde verilecektir.

Sinemada felsefe yapmak insan ruhunu ve kalbini zenginleştiren yollardan bir tanesidir. Ben de o zenginleştirmeye dair bir şey yapmaya gayret ettim. Bu soruya insanların kendi yaşadıkları bağlamında cevap vermeleri çok daha değerli ve anlamlı geldi bana. Hazır cevaplar bazen insanları çok rahatsız edebilir. Bunun yerine, insanların kendi hayatlarıyla o soruları birleştirmeye çalışmalarını sağlamaya çalışmak bazı durumlarda daha faydalı olabilir.

İmtihan sorusunun cevabını siz kendi açınızdan buldunuz mu, merak ediyorum?

Bu çok büyük ve şahsi bir sorudur. Bunun cevabını burada söylemeyelim.

Sinemada izini sürdüğünüz ya da etkilendiğiniz isimler var mı?

Bir takım damarlar olsa ve o damarlardan gelsem, işim çok kolaylaşırdı. Metin Erksan. Saygı duyduğum bir işi var; Sevmek Zamanı. Ama Türk sinemasında, mesela Cemil Meriç gibi birisi olmuş olsaydı, Cemil Meriç bir iki film yapmış olsaydı, aynı zamanda Türk sineması ile ilgili kaleme almış olduğu yazılar olsaydı, benim işim çok daha kolaylaşırdı. Bayrağı ondan alır, bir başka yere götürebilirdim. Çünkü sanat adını verdiğimiz şey, babayı reddetme üzerine kuruludur. Reddedeceğin baban olmazsa, ne yaparsın? Yılmaz Güney’in elbette saygı duyduğum işleri var. Hiç hoşuma gitmeyen işleri de var. Görmeye katlanamadığım işleri var. Keza Metin Erksan’ın saygı duyduğum işleri de var, hiç sevmediğim işleri de. Türk sinemasında baban kim diye sorduklarında, yanıt bulamıyorum. Babayı reddettiğiniz zaman bir başka şey üzerine argümanınızı kurarsınız. Bir kaidenin üzerine çıkarsınız. Ta başından itibaren, göbeğini kendi kesen bir adam olarak ortaya çıkmak gibi bir talihsizlik ya da talihle yaşadım.

Kendi filmlerinde oynayan yönetmenlerimizden birisiniz. Bir yönetmen neden kendi filmlerinde rol alır?

Belki inanmayacaksınız ama o gün oyuncu gelmediği için oynadım. Cenneti Beklerken’de sakallı avukat bir duruşması olduğu için gelemedi. Sette sakallı olduğum için o rolü oynayabilecek tek kişiydim, ayrıca set beklemez. Tabutta Röveşata filminde rol verdiğim kahvedeki çırak berbat bir oyuncu olduğundan ve elimdeki negatif sınırlı olduğundan ben oynadım. Yoksa oyunculuk yapacağım diye herhangi bir hırsım yok. Filmlerimde ya polis ya kadı rollerinde oynadım. Yeni çektiğim ve önümüzdeki yıl vizyona girecek filmimde hakim rolünü oynadığımı itiraf ediyorum. Bu ilk kez bile isteye oldu.

Ağustos 2010’da yayın hayatına başlayan aylık sinema dergisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir