“Risk Yoksa Yenilik de Yok”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 98. haftasından herkese merhaba. Sinemamızda uzun metrajlarda korku türüne dair örnekler niteliği her kadar tartışılır olsa da üretilirken kısa film türünde çok daha az rastlıyoruz. Korku sineması türü bambaşka bir dünyayken bu sinemanın halk hikayelerinden ve mitlerden beslenen bir alt türü olan folk horror ile daha da derine dalan İlyas Soner Yıldırım, bu haftaki konuğum olacak. Yönetmenin her geçen dakika daha karanlık bir atmosfere bürünen ilk kısası Alkarısı, yeni doğan bebeğiyle birlikte babaannesi Emine’nin köy evinde kalan Kübra’nın yaşadıklarını anlatıyor.

Filmin yönetmeni İlyas Soner Yıldırım ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. İlyas Soner Yıldırım’ı bize nasıl anlatırsınız?

1988 kışında Şebinkarahisar’da doğdum, 1994 güzünden bu yana İstanbul’da yaşıyorum. Hep hikâye anlatıcısı olmak istedim ve hep bu hikayelerin kendini hangi kanaldan dışa vuracağı konusunda kafa karışıklığı yaşadım. Şiir, şarkı sözü, kısa öykü ve film eleştirilerinden geçen uzun bir arayış dönemi… 20’li yaşlarımın başında yazdığım bir senaryoyu iki arkadaşımla birlikte gerilla usulü filme çektik. Bu deneyimle beraber benim için en doğru kendini ifade etme biçiminin sinema olacağını idrak ettim. Bu farkındalık aynı zamanda bir karardı. O andan itibaren kendimi tamamen görsel bir hikâye anlatıcı olmak için hazırlamaya çalıştım. Kimi uzun kimi kısa soluklu birçok film akademisinden, atölyeden, seminerden geçti yolum. Dürüst olmak gerekirse bu eğitimlerin çoğu birbirini tekrar eden ezberlerden ibaretti fakat içlerinden bazıları bana film yapmakla ilgili müthiş keşifler ve pratikler sağladı. En nihayetinde 2021 yazında ilk profesyonel kısa filmim diyebileceğim Alkarısı’nı çektim.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

En başından başlarsak sekiz yıl, projenin somutlaşmasından başlarsak iki… Alkarısı’nın ilk senaryo taslağını 2014’te yazdım, fakat filmin finalini bir türlü yaratmak istediğim anlamla uyumlayamayınca bir kenara bıraktım. Kafamda dolaşan diğer senaryo fikirlerinin temellerini atmaya çalıştım birkaç yıl boyunca. 2019 yazında Alkarısı’nın şu anki final sahnesi aklıma geldi ve düğüm çözüldü. Böylece bu projeye devam etmek konusundaki motivasyonumu tekrar kazandım. Proje, 2020’de Shenema Uluslararası Kısa Film Platformu’nın kısa film projelerine yönelik senaryo yarışmasına seçildi ve bu yarışmada post-prodüksiyon ödülünü aldı. Tam ekip ve cast görüşmelerine başladığım dönemde, sen biraz daha bekle bakalım, dercesine pandemi çıkageldi. 2021 yazında nihayet çektik Alkarısı’nı, ben de derin bir oh çektim. 2022 ortalarında film her şeyiyle hazırdı artık.

Ayrıntılara geçmeden önce filmin hikayesinin nasıl oluştuğundan bahsedelim dilerseniz. Alkarısı’nın temellerini nasıl attınız?

Çocukken de düşkündüm bu tür halk söylencelerine. Özellikle doğaüstü bir hikâyeden bahsedildiğini duyar duymaz anlatan kişinin peşine takılır ve tüm detaylarıyla anlattırana kadar rahat vermezdim. En çok da yaşlı kadınlar anlatırdı böyle şeyleri. Şebinkarahisar’a gittiğim yaz tatillerinde gerek anneannemden gerek komşu evlerde yaşayan kadınlardan buna benzer sayısız hikâye dinledim. Alkarısı da onlardan biriydi. O zamanlardan bu yana üstüne düşündüğüm bir mit. Artık hayatta olmayan ve yerlerine yenileri gelmeyen o harika kadınların bana armağanı.

Kısa filmde alıştığımızın dışında bir hikaye izliyoruz filminizde. O da Türk mitolojisinde yer alan ve filme de ismini veren Alkarısı. Bilmeyenler veya mitolojiye uzak olanlar için Alkarısı’nı kısaca anlatabilir misiniz? Birçok mit arasında tercihiniz neden Alkarısı oldu?

Alkarısı bu coğrafyadaki en eski mitlerden biri. Yaygın görüş Orta Asya’nın Şamanist dönemlerine ait bir mit olduğu yönünde. Antropomorfik özellikler gösteren, kötücül ve doğaüstü bir kadın… Hamile ve yeni doğum yapan kadınlarla onların doğalı henüz kırk gün olmamış bebeklerine musallat olduğuna inanılıyor. Bir de atlara… Yalnızca erkeklerden, erkek kıyafetlerinden ve demirden yapılmış nesnelerden korktuğuna inanılıyor. Evet, bir kadın ama nedense kendi hemcinslerinin korkulu rüyası. Hem kırmızı renkli kıyafetler giyiyor hem de kırmızıdan korkuyor. Kendi içinde birçok paradoks ve patriyarkal çifte standartlara dair fazlaca alt metin barındırıyor. Neden bu miti tercih ettiğimin cevabı da burada yatıyor aslında. Bugün dahi kısmen yaşıyor bu mit. Doğum yapan kadınların başına kırmızı kurdele bağlamak, ziyarete gelenlere lohusa şerbeti ikram etmek, bebeği ilk kırk gün evden çıkarmamak, bebeğin yastığına iğne koymak gibi pek çok doğum ritüelinin arkasında -nedeni unutulmuş olsa bile- Alkarısı’ndan korunma içgüdüsü var. Alkarısı’nın Lilith, Lamia ve Lamashtu gibi diğer kültürlere ait mitolojik karakterlerle de akrabalık bağı var denebilir, bu yönüyle evrensel bir motif.

Türk sinemasında korku-gerilim türüne ait örneklerin niteliği her ne kadar tartışma konusu olsa da uzun metrajlarda çok sık karşılaşıyoruz fakat kısa metraj filmlerde rastlamamız daha nadir oluyor fakat siz filminizle daha farklı bir noktada duruyorsunuz. Korku sineması türü bambaşka bir dünyayken siz bu sinemanın halk hikayelerinden ve mitlerden beslenen bir alt türü olan folk horror ile daha da derine dalmışsınız. Bu noktada filminizde bu türe yer vermeniz de bir risk sayılabilir. Bu riski göze almaya sizi hangi faktörler itti?

Alkarısı’nı salt bir tür filmi olarak görmüyorum ancak bir sınıf belirtecek olsam folk horror demeyi tercih ederdim ben de. Tür filmleriyle arasına mesafe koymak benim için önemliydi çünkü karanlık ve yer yer rahatsız edici olsa da film bittiğinde izleyicinin hissetmesini istediğim şey geçici bir korkudan ziyade ağır bir yas duygusuydu. Folk horror’ın Türkiye’de daha az aşina olunan bir alt tür olduğu ve bunun riskli tarafları olduğu doğru, ki filmin Türkiye’deki festival yolculuğunda bunun dezavantajlarını yaşadığım anlar oldu. Ancak bu noktada belirleyici olan riske attığımızı düşündüğümüz şeyin ne olduğu. Risk yoksa yenilik de yok. Sinemaya yaklaşımım açısından risk almamak daha büyük bir risk olurdu.

Yeni doğan bebeğiyle birlikte babaannesi Emine’nin köy evinde kalan Kübra’nın yaşadıklarına odaklanıyor hikaye. Bebekleri öldürdüğü rivayet edilen Alkarısı adlı bir yaratığın yaşadığı köye musallat olduğunu öğrenmesi ise Kübra’yı her geçen dakika daha karanlık bir halk masalının ortasına çekiyor deyim yerindeyse. Senaryo yazım aşamasında seyirciyi de hikayenin içine adeta davet eden bu diken üstü anlatımdaki ölçüyü nasıl tutturdunuz?

Böyle düşündürdüyse ne güzel. Beni en çok zorlayan konulardan biri bu oldu açıkçası. Alkarısı’nın ritmi süresi ilerledikçe artıyor, kapalı bir anlatımı var; bu anlamda izleyiciden ciddi bir sabır ve dikkat istiyor. Söz konusu kısa filmler olunca -başta festivallerin ön jürileri olmak üzere- çok az kişinin böyle bir sabrı var. Derdini daha çabuk ve direkt bir dille anlatan kısa filmlerin daha kolay görünürlük elde ettiğini düşünüyorum. Tercih ettiğim anlatım dinamiğinin bu hikâye için en ideali olduğuna inanmakla beraber bu tercihin aynı zamanda filmin handikabı olduğunu söyleyebiliriz.

Filmin ilk anından itibaren yiyecek, içecek ve nesnelerde kendisini açıkça belli eden “al” renk bir bakıma hikayenin de ana korku unsurunun sinyallerini veriyor. Hikayedeki bu ana rengin ezici ağırlığının seyirci üzerindeki yarattığı etkiye de bence ulaşıyorsunuz. Bu “al” rengin filmdeki konumlamasına dair neler söylemek istersiniz?

Teşekkür ederim. Kırmızı rengin filmde baskın bir yeri olmasının birçok nedeni vardı. Bunların başında filmdeki kırmızı nesnelerin, göründükleri planları art arda düşündüğümüzde ana hikâyeye paralel ikinci -ve bence daha ürkütücü- bir hikâye anlatmaları. Bir diğer önemli neden filmde görsel bir devamlılık sağlamaktı. Rengin temsil ettiği duygular ve mite göre Alkarısı ile kırmızı arasında halihazırda bir ilişki olması bu seçimdeki diğer tamamlayıcı unsurlar oldu. Filmdeki bir diğer baskın renk olan yeşille sağladıkları kontrast ise filmde babaanne ve torunu arasındaki çatışmaya görsel bir ifade olanağı sağladı.

Hikâyenin gerilimi gittikçe yükselen atmosferi için herhangi bir müzik tercihinde bulunmamışsınız. Bunun özel bir sebebi var mı?

Alkarısı’nda başından beri müziğin rolünü doğa seslerine bırakmayı hedefledim. Müzisyenlerimiz kurbağalardan, cırcır böceklerinden, ırmaklardan ve rüzgârdan oluştu. Bence harika iş çıkardılar. Ancak bu filme özel bir seçimdi bu. Müziğin sinemada oldukça destekleyici bir hikâye anlatım aracı olduğunu düşünüyorum. Hayal ettiğim diğer projelerde muhtemelen çokça faydalandığım bir öge olur.

Özellikle son dönemde izlediğim başarılı kısa filmlerde görüntü yönetmeni olarak dikkatimi en çok çeken isimlerden biri de Ece Latifaoğlu. Görüntü yönetimi konusunda yaptığı dokunuşlar hikayenin dokusuyla uyum gösterirken filmin gücünü de doğru biçimde yansıtmayı başarıyor. Kendisiyle çalışmak nasıl bir deneyimdi?

İyi ki beraber çalıştık diyorum hep. Projeyi en az benim kadar sahiplendi ve hikâyeyi doğru bir görsel dile oturtmak konusunda uyumlu ve yaratıcı bir çalışma süreci geçirdik. Sinemaya evrensel bir perspektiften bakması ve yeni şeyler denemeye heyecan duyması benim için değerli. Ece Latifaoğlu ismini birçok başarılı kısa ve uzun metraj filmde görmeye devam edeceğimize eminim, bu onu tanıyan kimseyi şaşırtmayacaktır.

Özellikle 1970’lerde popülarite kazanan ve günümüze dek pek çok örneği çekilen folk horror türü son yıllarda ciddi yükselişte. Bunun en güzel örneklerinden biri de pek çok seyirciyi ikiye bölen Ari Aster imzalı Midsommar filmiydi. Folk horror türünün günümüzdeki mevcut durumunu nasıl görüyorsunuz? Zengin Türk kültürünü de düşündüğümüzde bu tür filmler ülkemizde yeterli ilgiyi görüyor mu veya yönetmenler tarafından hikayeleri nitelikli bir şekilde anlatılabiliyor mu?

Folk horror global anlamda en parlak dönemlerinden birini yaşıyor, hala taze ve tüketilmemiş bir kaynak. Hollywood’ta ve Uzak Doğu’da olduğu kadar İskandinav sinemasında Lamb (2021) ve Balkanlar’da da You Won’t Be Alone (2022) yerel mitlerden feyz alan başarılı filmler görmeye başladık. Türkiye’de henüz geniş bir kitlesi olduğunu söylemek güç olsa da mitolojiye dair yükselen bir dip dalga olduğunu düşünüyorum. Birçok yeni nesil halkbilimci sosyal medya kanallarında bu konuda ilgi gören içerikler üretiyorlar. Batı mitolojisinin yanında daha az aşina olunan Türk mitolojisinden de bahsediyorlar. Yakın geleceğin habercisi olarak görüyorum bu gelişmeleri. Bu aynı zamanda bir temenni, çünkü bu tür filmler çekmeye devam edeceğim.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Bu yönetmenlerin çoğu artık istediği filmi çekme özgürlüğüne kavuşmuş isimler. Görece daha kişisel ve deneysel fikirleri için kısa filmleri çoğunlukla bir özgürlük alanı olarak değerlendirdiklerini düşünüyorum. David Lynch’ı hariç tutuyorum, onun kısa filmlerle kurduğu ilişki daha farklı bir noktada bence. Türkiye’de ise kısa filmlere uzun metraja sıçrama tahtası olarak bakmak bir amaçtan ziyade sonuç. Film çekmek dünyanın her yerinde çok maliyetli ama filminizin maliyetini karşılamak için kaynak bulmak dünyanın her yerinde bu kadar zor değil. Hal böyle olunca uzun metraj çekmek için ya çok varlıklı olmanız ya da rüştünüzü -hem yetenek hem network bazında- ispat etmiş olmanız gibi bir gereklilik doğuyor. İlk seçeneği çok büyük bir çoğunluk için eleyeceğimize göre kendinizi göstermenizin kısa filmden başka pek bir yolu kalmıyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ilk uzun metraj filminize destek vermek için şart koştuğu şeylerden biri daha önce en az iki kısa film çekmiş olmanız mesela. Bu yanlış mı, hayır. Size yatırım yapmadan önce neler yapabileceğinize dair somut çıktılar görülmek isteniyor. Ancak bu türden bir ekosistem söz konusuyken kısa filmi uzun metraj film çekebilmek için bir ön adım olarak görmeyi yanlışlamak zor. Öte yandan kısa filmler set deneyimi kazanmak, dilinizi oturtmak, dağıtım olanaklarını deneyimlemek gibi birçok alanda faydalı bir hazırlık süreci sağlıyor. Kimileri kısa ve uzun metraj arasındaki farkı kısa öykü ve roman arasındaki farka benzetiyor. Katılmıyorum. Tek bir kısa öyküyle kitap çıkaramadığınıza göre paradigmaları öykü kitabı ve roman olarak ele alırsak ikisinin de basım maliyetleri, ekonomik getirisi, üretmek için harcanılan zaman ve gördükleri ilgi çoğu zaman birbirine yakın. Matematikleri farklı, evet. Kısa ve uzun metraj arasında da matematik farklı ama maliyet, harcanan zaman ve ekonomik getiri anlamında aralarında uçurum var. Kısa filmlerin de yeterince ilgi gördüğü ve uzun metraj çekebilmek için öncesinde kısa film çekme zorunluluğu olmayan bir dünyada bu konu felsefi bir düzlemde tartışılabilir belki.

Son olarak üzerinde çalıştığınız başka kısa film projeleri varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Aynı anda birden çok proje üstünde çalışmayı seviyorum. Birinden sıkıldığımda diğerine geçiyorum. Hikayelere yabancılaşıp bir süre sonra onlara yeni bir perspektiften bakabilmek için de yapıyorum bunu. İki kısa iki de uzun metraj üstünde çalışıyorum bir süredir. Uzun metrajlar hakkında konuşmak için henüz erken. Muhtemelen ilk olarak kısa filmler tamamlanmış olacak. Bu kısalardan biri geçtiğimiz yıl 45. Drama Uluslararası Kısa Film Festivali’nin Pitching Lab’inde büyük ödülü aldı. Uluslararası arenada ödül almasının projenin önünü Türkiye’de de açacağını düşünüyordum ama hiç de öyle olmadı. Hemen hemen tüm yerel kamu ve özel fonlara başvursam da sonuç alamadım. Haliyle fon arayışımızın odağını yurt dışına çevirdik. Olur da ötelenirse diğer kısa film projemi öne çekeceğim. O da olmazsa kendi kendime finanse edebileceğim ölçekte bir çalışmayla ilerlemeyi denerim. Anlatmak istediğim hikayeleri dile getirmek için daha önce yeterince bekledim.

Kısa filmlere ve kısa filmcilere sağladığınız görünürlük için teşekkür ediyorum.

PAYLAŞ

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir