Azizim (!) Meğer Ne İyi İnsanmışım

Amerikan sinemasının popüler veya bağımsız kanadının her sene belirlenmiş kalıplara sadık kimi hikâyeleri sinemalara konuk olur. Hatta birbirinin benzeri filmler yığını içinden belki bir ya da iki özgün eser aradan sıyrılır.

Bu hafta vizyonu şenlendiren Theodore Melfi’nin ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan St. Vincent‘da kalıplara ‘klişeye’ düşecek kadar sadık kalırken, neredeyse hiçbir anında özgün ol(a)mamayı başarıyor denilebilir.
Tek başına yaşayan, kimseyle arası iyi olmayan, alkolik, at yarışı bağımlısı ve bir hayat kadınıyla rutin bir cinsel yaşamı olan kısacası olumlu özellik namına hanesine bir şey yazdırmamak için çabalayan bir karakter, Bill Murray’in can verdiği Vincent. Yeni taşınan komşusunun oğlu Oliver ile zamanla gelişen baba-oğul ilişkisi aracılığıyla ‘aziz (!)’ olmasına kanaat getirilen olumlu özellikleriyle tanışır seyirci. Bahsettiğimiz şablona bir örnektir; seyircinin filmin başında önyargıyla yaklaştığı ve sevimsiz, uzak durulması gereken birisi olarak nitelediği ana karakterin önemli bir dönüşüm geçirdiği veya aslında seyircinin bilmediği gizli sırları açığa çıktıkça içindeki iyinin ortalara dökülerek tabloyu olumluya çevirdiği bir yapının kurulması. St. Vincent filmi de bu şablonu tastamam uyguluyor. Oliver’ın da okulda din dersindeki ‘aziz’ örneği temalı ödevi hasebiyle, çevresinde gözlemlediği olumlu davranışlarıyla aziz adayı tabi ki Vincent olacaktır. Ve biz seyirciler için sorulması gereken soru belirir: Vincent’tan bir aziz yaratılabilir mi? Yönetmene ve filmin tüm yan karakterlerine göre yaratılacağı aşikâr lakin bu karakter yapılandırmasının sayacağımız sıkıntılar nedeniyle doğru bir zemine oturmadığı da fark edilmekte.

Yazının başında bahsettiğimiz üzere filmin ilk bölümünde çizilen Vincent tipinin olumsuzlukla ve sevimsizlikle örülen dışa yansıyan görüntüsü kimi hamleler devreye sokularak olumlu hanesine puan yazdırmaya, kimi olumsuzları da olumluya dönüştürülmeye çalışılır. Vincent’in at yarışı bağımlılığı olumsuz bir davranışken, Oliver’in finalde bahsettiği üzere Vincent’in kendisini at yarışına götürmesinin, kumar öğretmesinin aslında olasılık hesabını hayat pratikleriyle birleştirmeye yaraması veya hayat gerçeklerini öğrenmesine yardımcı olması bir anlamda fayda yaratır, olumlanır. Hayatta kazanmak için her yola başvurmanın öğütlendiğini bizzat Oliver’ın ağzından duyarız.

Oliver’in annesi ve babasının boşanma arifesinde olmaları sebebiyle hayatında bir baba boşluğu olduğundan doğal olarak baba ikamesi aziz Vincent olacaktır. Ve bir babanın yapacağı üzere cılız, kendini koruyamayan, erkek olamamış oğluna erkeklik vasıfları aşılaması, öğretmesi gerekmektedir. Ve bu yolla oğul erkeklikle beraber hayatı da öğrenmeye başlayacaktır. Yine Oliver’in azizlik ölçütlerine göre yıllar önce Alzheimer hastalığına yakalanan ve kendisine çok iyi bakılan bir bakımevinde kalan karısına büyük bir aşkla bağlıdır, tüm ekonomik şartlarını zorlayarak bakımevi masraflarını karşılamaktadır ve her hafta onu ziyarete gitmekte, üstüne üstlük çamaşırlarını da yıkamaktadır. Aslında Vincent’in kaba saba, duyarsız görünen dış çeperinin altında büyük ve sabırlı bir âşık yatmaktadır. Vincent’in fedakâr aşkını denklemin bir yanına koyarken, diğer tarafına her hafta cinsel ilişkiye dayalı bir beraberliği olduğu Rus Daka’yı ve ondan beklediği bebeği koyduğumuzda, Vincent’in bu tutumunu neye bağlayacağız? Hayatının sonbaharında, yapayalnız kalmış bir ‘adam’ın cinsel manada kendini tatmin etmesine mi? Daka’nın kendisinden beklediği bebekle ilgili hiçbir düşüncesini bilmediğimiz hatta umursamaz olduğu dahi iddia edilebilecek Vincent’in bu davranışını da ekleyelim Vincent bilinmezine. filmarasi-st-vincent2

Ayrıca Vincent’i yani erkek karakteri tüm olumsuz davranışlarına karşın olumlama çabasına giren yönetmen, kadın karakterler için aynı bakışı sahiplenmez. Film boyunca aralarında cinsel paylaşıma dayalı bir bağ haricinde özel bir ilişkiye şahit olmadığımız Daka, işlevsiz bir karakter olarak Vincent’e eşlik etmektedir. Finaldeki sunumda Vincent’in eşiyle ilişkisinden ‘duygu yüklü bir mutluluk tablosu’ olarak bahsedilirken, Daka’nın ne adı ne görüntüsü ne de Vincent’in bebeğini taşıdığına ilişkin bir bilgi sunulur salondakilere/izleyiciye; Vincent’in olumsuz davranışlarının arasına ‘hayat kadınlarıyla’ beraber olduğuna ilişkin not düşülür. Oliver’in annesi eşinden boşanmanın eşiğindedir, şişmandır ve yoğun iş saatlerinden ötürü oğluna yeterli zaman ayıramaz. Erkeğinden ayrılma aşamasındadır, hayatta yalpalamaktadır ve karşısına bir ‘baba’ figürünü temsil eden bir erkek çıkar ve oğlunu çekip çevirir, geride kalan babanın eksik bıraktığı defoları tamir eder, bakıcıdan ikame babaya terfi eder. Hatta anne Maggie şişman ve eşi tarafından aldatılan bir kadın olduğu gibi, çocuk sahibi dahi olamayacak denli yetersiz donatılmıştır. Evlatlık aldığı üvey oğlu Oliver kendisinin tam tersi zayıf bir çocuktur. Üvey annenin olumsuzlanan dış görüntüsü dışında yapılandırılmıştır. Ve o hem fiziki hem ruhsal manada ‘zayıf’ çocuğu güçlendirip olgunlaştıracak kişi anne değildir.

Hikâyede önemli bir durak noktası olarak imlenen Vincent’in felç geçirme detayının ise film içerisinde hangi işlevi karşıladığına ilişkin göstergelere neredeyse hiçbir karede rastlanmıyor. Vincent’in felç geçirmesinin hikâyeye nasıl bir katkı yaptığı veya felç geçirmeseydi filmde ne eksilirdi soruları tam bir boşluğu karşılıyor. Finaldeki Oliver’ın okuldaki ‘duygulu’ sunumunda salondaki herkesin (Oliver’ın annesi, babası, hastanede Vincent’ın eşine bakan hastabakıcı, bar arkadaşları vs.) ikna olması yani katharsise ulaşılması da ikna edici bir etki yaratamıyor. Film boyunca aralarında sevimli bir uyum sağlandığı söylenebilecek Vincent-Oliver ilişkisi sonucunda Oliver’ın hayatı farklı bir bakışla yorumlayarak Vincent’ın pozitif yanları görmesi her ne kadar klişe bir kullanım olsa da seyirci üzerinde etki yarattığı bir gerçek. Ne var ki bir kişisel gelişim programının son aşamasına ait bir dramanın sergilendiğini düşündüren duygu yoğun ve kutsanmış sahneleme, yönetmenin film boyu tarafgir tercihleri ve eksik bırakılmış karakter yapılandırmaları düşünüldüğünde doğal olarak gücünü zayıflatan faktörler oluyor. Bahsettiğimiz gibi Vincent’in azizlik yolculuğunda tablosuna olumlu katkılar yapan bir husus ise Vietnam’da savaşmış bir kahraman olması. Finaldeki sunumda Oliver tarafından önemle vurgulanan bu kahramanlık destanı, hem okuldaki hem de beyazperdenin karşısındaki izleyicilerin algısının değişmesinde önemli katkılar yapması hedeflenmiş bir ayrıntı. Çok şükür ki karakterin hayatla bağlarını kopartmış ruh hali Vietnam sendromuna bağlanarak azizlik merhalesi bir kat daha yükseltilmiyor. Gerçi bu noktada Vincent’in böylesi olumsuz bir hale gelmesi namına tek gerçekçi bağlantı eşinin hastalığı nedeniyle hayatta yalnız kalmışlığı üzerinden kurulmaya çalışılıyor. Yukarıda bahsettiğimiz sebepler dolayısıyla bu bağın çok güçlü bir etken olmadığı, kendi içinde çelişen bir hale dönüştüğü söylenebilir.

St. Vincent Bill Murray’in artık kanıksanan mesafeli fakat gerekçi bir dramla yoğrulmuş karakter tipolojisini başarıyla tekrarladığı bir yapım. Murray her ne kadar başarılı bir oyunculuk sergilese de, karakter yaratımından ve senaryodan kaynaklı arızalar hasebiyle yine filmi başından sonuna kadar sürüklediği Lost in Translation, Groundhog Day ve The Life Aquatic with Steve Zissou filmlerinde yarattığı özel etkiye ulaşamıyor. Naomi Watts yıllara meydan okuyan güzelliğini koruduğu bir rolle karşımıza çıkıyor. Film boyu Rus aksanını biraz göstere göstere konuşurken, karakterinin film içerisindeki işlevsiz durumunu anlatmak için ‘gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar’ benzetmesini yapmak mümkün. Filmin çocuk oyuncusu Oliver’i canlandıran Jaeden Lieberher ise Murray ile güzel bir uyum yakalarken, sevimliliği ve hazır cevap yapısının da etkisiyle öne çıkan bir oyunculuk sergiliyor.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir