“Ucube Bir Modernleşmenin Ortasındayız”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 79. haftasından herkese merhaba. Sinemaya uzun yıllardır gönül veren ve pek çoğumuzun da sinema yazarı kimliğiyle tanıdığımız Ali Ercivan, ilk kısa metrajı Lekesiz ile bu haftaki röportaj konuğum olacak. Günümüz modern yaşamı içinde İstanbul’da bir rezidans dairesinde beraber yaşayan ama hayatı paylaşmakta zorlanan bir çiftin hikayesini alışılagelmiş anlatımın dışına çıkarak aktaran filmin oyuncu kadrosunda ise Hakan Emre Ünal, Nezaket Erden, Kayhan Açıkgöz ve Yasemin Aksel yer alıyor.

Filmin yönetmeni Ali Ercivan ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Ali Ercivan?

1976 İstanbul doğumluyum. Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sinema-TV bölümünü bitirdim, Bilgi Üniversitesi’nin aynı bölümünde yüksek lisans yaptım. Sonrasında televizyon sektöründe uzun yıllar senarist olarak çalıştım ve çalışmaya devam ediyorum. Çevremizde birçok kişi beni 2004’te hasbelkader başladığım, zamanla hayatımın önemli bir parçası haline gelmiş sinema yazarlığı yolculuğumla da tanıyor. Ne zaman ki ilk uzun metraj sinema filmim için çalışmaya başladım, öğrenci filmlerimin üzerinden çok vakit geçtiği ve önce yeni bir şeyler çekerek yönetmenlikte rüştümü ispat etmemin beklendiği gerçeği karşıma çıktı, bu da beni Lekesiz adlı kısa filmle başlayan yeni bir yola soktu. Yolculuklar bitmiyor, yollardan usanmıyoruz diyebiliriz.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Filmi 2019 sonbaharında yazmış, o senenin sonuna doğru T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kısa film destek fonuna başvurmuştuk. Desteğe layık görüldüğümüz açıklandıktan sadece günler sonra pandemi yüzünden kapanmalar başladı. Dolayısıyla hemen 2020 yazında çekmeyi umduğum film için ancak bir sene sonra sete çıkabildik. Ama tabii bu da bize yeterince ön hazırlık alanı açtı. Oyuncularla prova yapma, görüntü yönetmeniyle filmin tonu üzerine uzun uzadıya çalışma ve sete her konuda kafamız net çıkma imkanımız oldu. Buna ihtiyaç vardı çünkü bütçemiz ancak iki buçuk gün çekim yapmaya imkan tanıyordu. Çoğu kısa filmin handikabı. Böylesi koşullarda sette kaybedilecek bir saati bile yerine koymak bütçesel açıdan mümkün olamayabiliyor. Bu da uzun metraja hazırlanırken kendimde test etmem gereken bir husustu zaten. Sette nasıl çalıştığınız, sorun çözme kabiliyetiniz, pratikliğiniz ister istemez kritik öneme sahip. O kasların hâlâ iyi çalıştığını görmek, bu sürecin en pozitif tarafı oldu. Sadece benim değil, birlikte çalıştığım insanların güvenini kazanmak için de…

Post prodüksiyon daha çetrefilli bir süreç elbette. Ben kurguyu daha senaryo aşamasında, kağıt üzerinde netleştirmeye çalışan bir yazarım. Yine de neyin çalışıp neyin çalışmadığını ancak montajda görüyorsunuz ve karşınıza çözülecek yeni sorunlar çıkıyor. Kurguya, aynı zamanda ülkenin en iyi kısa filmcilerinden biri olduğunun düşündüğüm Pınar Yorgancıoğlu ile başladık. Sonra Pınar’ın kendi uzun metrajının çalışmaları sebebiyle takvimimiz sıkışınca ben de operatör olarak bilgisayarın başına geçtim. İlk kurgumuz 26-27 dakika civarındaydı. Bir yalınlaştırmaya gitmemiz gerektiğini gördük. Filmin yapısıyla oynadık, türlü varyasyon denedik, sonra o bakış açısıyla orijinale geri döndük. 17 dakikalık son versiyona ulaşmamız, ocak ayını buldu. Sonrası müzik, miksaj ve renk işlemlerini de tamamlayıp İstanbul Film Festivali’ne yetişmek.

İstanbul’da bir rezidans dairesinde beraber yaşayan ama hayatı paylaşmakta zorlanan bir çiftin hikayesine konuk oluyoruz filminizde. Hikaye bu anlamda günümüz modern dünyasındaki metropoldeki orta üst sınıfın bir yansıması niteliğinde. Filmin hikayesini nasıl yazmaya karar verdiniz?

Aslında hemen hepimizin hayatında karşılığı olduğunu düşündüğüm, ucube bir modernleşmenin ortasındayız. Amaç, yaşadığımız zamanın ruhuna dair bir film yapmak, bu hissiyata dair bir etki bırakmaktı. Lekesiz’in ana karakteri Tolga, hiç kaybetmeyeceğini düşündüğü bir yaşam standardına ulaşmış, içinde büyüdüğünden tamamen farklı bir dünyada yetişkin hayatını sürüyor ama illüzyonu yerle bir etmek için bir fiske yeterli. Hem sınıfsal boyutu olan bir öykü anlatmaya çalışıyorum hem de bunun üzerinden kırılgan erkek egosunun acınası tarafına da bakmaya. Eşine karşı kendini dezavantajlı hissetmek ve bununla başa çıkamamak da Tolga’nın şirazesini kaydırıyor çünkü.

Emmanuel Carrère’in La moustache (Bıyık) adlı filmi de yola çıkışta referans oldu bana. Orada erkeğin hayatında bir bıyıkla, bıyığın varlığı veya yokluğuna dair belirsizlikle başlayan dağılma, kafayı kırma hali, Lekesiz’de özene bezene yaptırılmış pahalı bir mutfak tezgahının üzerindeki varlığı yokluğu belirsiz lekeyle tetiklendi.

Bir de şu var tabii. Sete çok az zaman kala, beni otuz yıla yakındır tanıyan bir arkadaşım, “Mimar Sinan’da çektiğin filmi yeniden çekiyorsun, farkındasın değil mi?” dedi. Her nasılsa farkında değildim. Lütfi Akad danışmanlığında çektiğim, Lütfi Bey’in tam desteğini almış ama kendini Yeşilçam’ın devamı gören okulumuzun diğer sinemacı eğitmenlerinden destek görmemiş iki kısa filmim vardı benim. Lekesiz’de bir bakıma aynı karakterin hayatının daha ileri bir evresini anlattığımı fark etmemiştim. Belki tamamına ermemiş bir öyküydü benim için ya da belki kısa film çekme kararı aldığımda farkında olmadan aşina olduğum bir dünyaya çekilmiştim.

Rüyasını gerçekleştirip sınıf atladığına inanan bir adam ve zaten hep oraya ait olmuş, kendince yüksek farkındalıklı bir kadının granitten yapılma illüzyonları film boyunca iç içe geçip birbirini tamamlıyor. Karakterlerinizin yaratım sürecinde nasıl bir gözlem süreciniz oldu?

Çevremden bilip zaten gözlemlediğim insanlar kadar, Tolga’ya kendimden de bir şeyler katmaya, kendi zaaflarıma da bakmaya çalıştım açıkçası. Eşi İzem karakteri bir yazar, orada da kendimle başka bir bağ var. Kimseye üstten bakmamaya çalışarak, tanıdığım bazı yazarları ve onların samimi bulmadığım bazı özelliklerini İzem’e yükledim sanırım. Çünkü filmin sadece Tolga’yla ilgili olmasını istemedim. Evet, öykü aslen Tolga’nın öyküsü. Fakat İzem de birçok açıdan bu öykünün tetikleyicisi, hatta belki yazarı. O yüzden ikili bir yapı kurmaya gayret ettim. Bir çiftin aynı dört duvar arasında birbirlerinin dertlerini görmeyişi, birbirlerinin canını yakmaya çalışmaları da etkili bir dinamikti.

Karakterlerin içinde bulunduğu yanılsamayı dağıtan mutfak tezgahında yer alan o lekeyi filmin hiçbir anında görmüyoruz. Tabii bu da merak unsurunu ön plana çıkarıp karakterlerin değişimini tetikleyen bu unsurun varlığını daha gizemli kılıyor. Lekeyi göstermeme tercihiniz bilinçli miydi yoksa filmin çekimleri veya kurgu aşamasında aldığınız karar mıydı?

Aslında senaryo son sahnesinde lekenin var olup olmadığına dair somut bir yanıt vererek bitiyordu, kurguda bundan vazgeçtik. Çünkü leke burada teferruat, sadece öykü için tetikleyici unsur. Filmde mutfak tezgahına gelene kadar başka bir sürü leke var. Güvenlik görevlisi Kahraman’ın yüzündeki doğum lekesi, İzem’in sırtındaki güneş yanığı lekesi… Bunlar dahi karakterleri ve aksları ilişkilendiren görsel bağlaçlar. Ama neticede sadece birer araçlar. Önemli olan lekenin varlığı yokluğu değil; bu insanların duygusal dünyalarında ve kendilerine dair bilinçlerinde işaret ettiği zaaflar.

Küçücük bir lekenin varlığı hikayenin tüm dinamiklerini değiştiriyor. Peki siz kendi hayatınızda önemli değişimlere yol açan böyle bir durum veya olay yaşadınız mı?

Birebir böyle bir durum yaşadığımı söyleyemem ama Tolga karakterinin içinde taşıdığı aidiyet sıkıntısını, bir yerin veya topluluğun parçası hissedememe halini, bunun sebep olduğu endişe ve anksiyeteyi aşina buluyorum diyebilirim.

Neyse ki filmin şu ana dek gösterildiği festivallerde, bu aidiyet meselesinin ve kaygılarınızı göremeyen, anlayamayan insanlarla çevrili olmanın yarattığı yıkıcı etkilerin seyircide karşılık bulabildiğini gördüm. Kendi endişelerimi de biraz olsun aşabildim. İlişki kurması kolay bir film değil Lekesiz. Alıştığımız kısa film kalıplarına da oturmuyor herhalde. Festival yolculuğu öncesi bunlar bende bir kaygıya sebep oluyordu. Sadece bende değil, oyuncularımızda da… Anlaşılmama ve filmin seyirciyle bağ kuramaması tedirginliği galiba hepimizin kafasının bir kenarındaymış. Fakat festival gösterimlerinde hepimiz bu endişeyi atlattık. Şahsen şu ana dek gözlemim, festivallerde bir araya geldiğim kimi kısa filmci arkadaşların, gelip film hakkında sohbet etmek isteyen genç seyircinin veya başka sanat disiplinlerinden insanların, yakalamaya çalıştığımız hissi pekâlâ aldığı. Bu içimizi rahatlattı elbette. Aynı açıklığı film profesyonelleri için söyleyebilir miyiz, emin değilim. Eleştirmen tarafım da olduğu için, sektör insanının bir filmi almaya değil, bir nevi ameliyat edip çalışmayan yönlerini aramaya, kurcalamaya meylini biliyorum. Lekesiz’in böyle bir seyirci profilinde çalışması güç. Ama bu direncin daha ziyade filmcilerde olabildiğini gördükçe, umursamayı ve kaygılanmayı bıraktık. Sorunuza dönmek gerekirse, benim lekem bu film desek mesela, hayatımda yarattığı değişim de farklı profillerin filmlerle ilişki kurma biçimlerine dair gözlerimi açan böyle bir tecrübe oldu.

Başrollerinizde yer alan Hakan Emre Ünal ve Nezaket Erden tiyatro kökenli isimler. Bu iki değerli isimle bir kısa metraj projede çalışmak sizin için nasıl bir tecrübe oldu?

Seneler sonra yeniden sete çıkarken, beni bekleyen en büyük testin oyuncuyla çalışmak olduğunu düşünüyordum hep. Öğrenci filmlerimde de profesyonel oyuncularla çalıştığım oldu. Mimar Sinan’daki bitirme filmimde Emrah Elçiboğa ve Mehmet Esen oynar mesela. Fakat dürüstçe söyleyeyim, o genç yaşlarda kendimi oyuncuyla doğru iletişim kurmakta eksik hissederdim. Teknik anlamda, rejisel anlamda bir zorluk yaşamayacağımı az çok tahmin ediyordum. Ama oyuncularla doğru iletişim kurmayı öğrenmek en önemlisiydi. Emre ve Nezaket’le çalışmak benim için büyük şans oldu. (Bizi bir araya getiren Ezgi Baltaş’a da bir kez daha teşekkürler) Aynı şekilde, Kayhan Açıkgöz’le de öyle tabii. Ancak projeye daha geç dahil olan Kayhan’la ve geleceği çok parlak genç oyuncumuz Yasemin Aksel’le fazla prova şansımız olmamıştı. Emre ve Nezaket’le bu şansı bulduk. Benim için elbette eşsiz bir deneyimdi.

Tabii sette de daha çok vaktimizin olmasını, daha çok denemeyi, oyuncularla beraber her sahneyi kurup bozmayı, yıkıp yeniden inşa etmeyi isterdim. Hem öğretici olurdu hem de bunun filmi daha yukarı çekeceğine eminim. Oyuncaklı ve risk almaya açık bir film Lekesiz. Daha çok oynamak, daha çok risk almak isterdik hepimiz. Ama koşullar çerçevesinde gayet verimli bir süreçti. Emre’yle Nezaket’in ilk kez uzun uzadıya karşılıklı oynayabilecekleri bir film projesi bulmuş olmaktan dolayı hevesleri, Nezaket’in şu ana dek sinemada kendisini izlediğimiz rollerden farklı bir karakter canlandırmaktan memnun olduğunu hissetmek, hep benim lehime işleyen şeylerdi.

Lekesiz ilk kısa metrajınız. Sizin için bu ilk macera nasıl bir süreçti? Hangi tecrübeleri edindiniz, neleri yapmamanız gerektiğini öğrendiniz?

Dediğim gibi, öğrenci filmlerimden dolayı, aslında ilk kez kamera arkasına geçmiş biri değilim. Mimar Sinan (ikisi Lütfi Akad, ikisi Memduh Ün danışmanlığında) ve Bilgi’de (İlker Canikligil danışmanlığında) toplam yedi öğrenci filmim var. O dönem tahminen kırk kadar kısa filmin kurgusunu yapmışımdır. Bir o kadar da setinde çalıştığım, yardımcı yönetmenlikten ışıkçılığa her alanda görev aldığım filmler var. Okul yine de güvenli bir çatı sağlıyor tabii. Burada daha kalabalık ve profesyonel bir ekiple çalıştık diyebilirim. Bu süreçte kontrolünü yitirmeyen, soğukkanlı ve pratik bir yönetmen olabildiğimi gördüğüm için memnunum. Fakat Lekesiz’den en temel şu bilgiyle ayrıldım: 17 sayfa senaryoyu iki buçuk günde çekmeye bir daha asla razı olmam. Hakkını verebilmek için rahat dört güne ihtiyacımız vardı. O koşulları yaratmak gerekiyordu. Bugün hayıflandığım detaylar varsa, bunları çözmek için tek gereken vakitti. Ama sinema söz konusu olunca vakit demek, para demek. Bütçe dertlerini çözmeden kolay kolay sete çıkmak istemem bir daha.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Yani, ister istemez ben de şu an uzun metraja giden yolda bir adım olarak kısa çekenlerdenim. Kısa filmi, kısa filmin kendi özünü daha doğru kullanan sinemacılar da var. Bunları görmek her zaman heyecan verici. Her ikisi de olacak. Kaçınılmaz. Her iki amaç için de kısa filmler üretilecek. Hepsinin iyileri ve kötüleri olacak. Dünya sinemasının usta isimlerinin kariyerleri içinde dönüp kısa filmler de çekmeleri bambaşka bir mevzu bana kalırsa. Öyle bir lüksü ve özgürlük alanı olan sinemacının, bazen bir sponsorluk gereği, bazense salt kendi tutkusundan ötürü her şeyi bırakıp bir kısa film yaratmaya odaklanabilmesi, kısa filmci dediğimizde anladığımız insanların ıstıraplı yaratıcı süreçlerinden apayrı bir şey diye düşünüyorum.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Lekesiz’in macerası her ne kadar uzun metraja hazırlanırken yönetmenlik becerilerimi gösterme gerekliliğinden doğmuş olsa da filmin kendisi, çekmeyi planladığım uzun metraja fazla hizmet etmiyor aslında. Ton olarak, atmosfer ve his olarak, öyküleme tekniği olarak bambaşka bir filme hazırlanıyorum. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda o filme daha yakın duran, dünyasına daha çok hizmet eden yeni bir kısa çekeceğim. Senaryosu hazır sayılır. Sonrası zaten uzun metraj. Pandemi öncesinde Köprüde Buluşmalar’a seçilmiş, Transilvania Film Festivali’nde projeyi sunmuş, Ankara Film Festivali Proje Geliştirme Desteği finalistleri arasına kalmıştık. Yani proje zaten ortada, biliniyor. O yüzden gizli saklı konuşmama gerek yok. Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile adlı filmi, ülkenin şu anki şartlarında finanse edilmesi çok güç görünse bile, yapımcım Engin Palabıyık’la birlikte hayatımızın amacı haline getirdik. Her şey o filmi yapabilme hedefine doğru.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir