‘Senaryo Bir Çatışma Meselesidir’

Yeni bir hafta ve röportajdan herkese merhaba. Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin yeni haftasında geçtiğimiz yılki festivallerde dikkatimi çeken bir filme dair yönetmeniyle söyleştim. Serinin 25. adımında üzerine konuşacağımız kısa film, torunuyla birlikte zorlu bir yaşam sürdüren Ayşe’nin, civardaki zengin bir aileye ait olan ve aniden hastalanan Tor ismindeki köpeği yaşatmak için verdiği çabayı işleyen Tor olacak.

Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim,Tor filminin yönetmen ve senaristi Ragıp Türk.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

***NOT: Film şu an için Akbank Sanat YouTube kanalında yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Ragıp Türk?

Sivas doğumluyum. Çocukluk ve lise yıllarım İzmir’de geçti. Daha sonra Eskişehir’de ilk üniversitemi okudum. Eskişehir’den sonra 2003 yılında Sinema ve Televizyon okumak için İstanbul Üniversitesi’ne katıldım ve o gün bugündür İstanbul’da yaşıyorum. Hayatım daha çok, bağımsız ve arthouse sinema filmlerinde çalışarak, kısa filmler çekerek ilerliyor.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?

Tor’un yazım süreci yaklaşık bir yıl sürdü. İlk taslağın çıkması bir günde olmuştu. Lakin senaryo sürekli gelişen ve sete kadar kendini yenileyen bir metin olduğu için, bir yılın sonunda “Evet bununla yola çıkabiliriz” dedim. Hazırlık sürecimiz yaklaşık iki ay ve çekimler zorlu koşullarda beş gün sürdü. Kurgu için üç ay, renk ve ses tasarımı için bir ay kadar çalıştık.

Filmin ortaya çıkış hikayesini de öğrenebilir miyiz? Tamamen kurgusal mı yoksa gerçek hayattan etkilendiğiniz noktalar oldu mu?

Filmin ilk fikri sinemacı bir arkadaşımla sohbet ederken oluştu. Dağ evindeki köpeği hastalanan arkadaşımın komşusu, köpeği iyi etmek için bir tavuğunu kesip ona yedirmişti. Bu ilginç olay filmin ilk kıvılcımıydı. Sonra bu olay üzerinden ilerleyerek yeni bir hikaye kurdum. Bir kadın ve bir köpek imajı da aklımda hep olan ve bana etkileyici gelen bir şeydi. Kendi yaşamımdan izlerde filmde fazlası ile var. Tor benim çocukluk köpeğimin ismiydi. Onun hastalandığı bir dönemde anneannemin onu tedavi etme sürecine tanık olmuştum. Bu sebeple yaşlı kadında anneannem ve annemden izler taşıyor.

Film, torunuyla birlikte zorlu bir yaşam geçiren Ayşe ile geçimini sağlamak için baktığı zengin bir ailenin bekçi köpeği arasında geçiyor. Oldukça saf, duru, nahif bir anlatımla böylesine etkileyici bir hikayeyi ortaya çıkarmak ise hiç kolay olmasa gerek. Bu uyumu nasıl yakaladığınızı öğrenebilir miyiz? 

Burada birçok bileşen devreye giriyor. Anlatımı dili tamamen benim sinemayla ilişkimle alakalı diyebilirim. Bu tarz filmlerdeki süslü anlatımları pek sevmiyorum ve senaryo aşamasından başlayarak elimden geldiğince bir şeylerin altını çizmeden, göze sokmadan ve sadeliği gözetmeye çalışarak ilerlemeye gayret gösteriyorum. Bu sadelik filmin oyunculuk anlayışında, sinematografisinde, sanat yönetiminde ve kurgusunda da devam ediyor. Temel yaklaşım böyle olunca da filmin öğeleri arasındaki uyum kendiliğinden gelişiyor ve filme yansıyor. Bu filmin etkileyiciliği ise bana göre gerçeküstü ve mistik bazı öğelerin, gerçeğin içerisine iyi yedirilmesi ile oluştu.

Uzun veya kısa metraj filmlerin neredeyse tamamında başroldeki iki veya daha fazla kişinin hikayesini izleriz. Siz ise filminizde başrole yaşlı bir kadın ve köpeği yerleştirmişsiniz. Tamamen Ayşe karakterinin konuştuğu ve köpeğin sadece bakışlarıyla bizlere bir şeyler anlattığı bu senaryoyu yazmak sizin için zorluklar doğurdu mu?

Senaryo bir çatışma meselesidir. Bunu tek kişi ile de yapabilirsiniz, kişi kendisiyle de çatışabilir. Mesela COVID’den kaybettiğimiz Kim Ki-duk’un Arirang’ı böyle bir filmdir ve bence çok etkileyicidir. Tor’da ise karakterler anlamında senaryoyu geliştirmek çok zor olmadı. Köpekleri çok seven ve onlarla vakit geçiren biri olarak onların potansiyellerini biliyordum ve bir şekilde çekerken de istediğimi alacağıma dair kendime inanıyordum. Dediğiniz gibi bazen bir bakış onlarca kelimeden daha etkileyici olabiliyor. Dikkatli bakarsanız köpeklerin duygularını da bakışlarında görebilirsiniz.

Yönetmenler için çekimlerde iki grupla çalışmak oldukça zorlayıcıdır. İlki çocuklar bir diğeri ise hayvanlar. Siz bu filminizde bir köpekle çalıştınız. Çekimler istediğiniz gibi gitti mi?

Evet çocuklarla ve hayvanlarla çalışmak çok zordur gerçekten. Yardımcı yönetmenlik yaparken, sette tuvalete girip kapıyı kilitledikten sonra “Ben oynamak istemiyorum” diyen bir çocuğu ikna etmek için saatlerce uğraştığımı hatırlıyorum. Hayvanlar ise sonuçta başına buyruk varlıklar lakin bizim çekimlerimiz, Tor’u oynayan köpek açısından pek de zor olmadı. Zor olan kısım oynayacak köpeğe ulaşmaktı. Bunun için birkaç ay araştırma yaptım ve yedi sekiz köpeği denedim. Tor’u oynayan Ken, inanılmaz akıllı bir köpekti ve biraz uçuk gelebilir size ama sanki ne yaptığının çok farkındaydı. Daha önce yarışmalara katılmış dereceler almış bir hayvandı. İlk tanışmamızda daha hiçbir şey denemeden bakışlarında onun da bunu istediğini ve başarabileceğimizi hissettim. Aramızda bir bağ kuruldu ve çekimler de işler yolunda gitti.

Film görüntü yönetimi anlamında da birçok açı ve drone dahil farklı çekim teknikleri ile dikkat çekiyor. Böylesine farklı teknikleri kullanmak görüntü yönetmeninin tercihi miydi?

Görüntü yönetmeni arkadaşım Fatih Türker, sinematografi anlamında çok etkin birisi. Onun görsel anlayışı filme çok şey kattı. Genelde kadrajları ve kamera hareketlerini mekanlarda vakit geçirerek birlikte tasarladık. Drone aslında filmin genel görsel dilinin biraz dışında gibi duruyor olsa da fırsat buldukça kalıpları aşmak gerektiği kanısındayım. O sahnelerde de Tor bir rüya görüyor ve rüyalar birçok açıdan yaşanır. Biz de biraz bunu değerlendirmek istedik.

Film, hayatın doğal akışını hiçbir şekilde müzik kullanmadan anlatıyor ve bu da hikayenin seyirci üzerindeki etkileyiciliğine büyük katkı sağlıyor. Müzik kullanmamak henüz senaryo yazım aşamasındayken mi ilk tercihinizdi yoksa sonradan karar verdiğiniz bir süreç mi oldu?

Ben istisnalar hariç bağımsız ve arthouse filmlerde kaynaksız müzik duymayı ve kullanmayı pek seven biri değilim. Belki zamanla bu fikrim değişebilir ama şu an kaynaksız müzik kullanmak bana biraz sahnenin eksik kalan duygusuna destek vermek, izleyiciyi o duyguya kanalize etmeye çalışmak gibi geliyor. Bazen bazı sahneler gerçekleştikten sonra çekmeden önce hayal ettiğiniz duyguya ulaşamayabilir. Böyle bir durumda dış bir destek yerine, duygunun belki de o kadar olması gerektiğine inanmak lazım diye düşünüyorum. Hem atmosfer ve olayın geçtiği yerlerdeki doğal sesler bana her zaman daha etkileyici gelmiştir.

Hastalanan Tor için o yaşında rağmen varını yoğunu seferber eden Ayşe karakteri bizlere para kazanmak için yaptığı işten ziyade hayvan sevgisine dair de duygulandıran bir mesaj veriyor. Günümüzde hayvanların maruz kaldığı işkenceleri düşününce filminiz bu anlamda çok daha değerli yerde konumlanıyor. İnsanların hayvanlarla olan bu duygusal bağına dair sizin düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

İnsanın tabiatında iyilik kadar kötülük de var ve yaşam bu ikisinin birbiri ile olan mücadelesi şeklinde gelişiyor, ilerliyor. Doğasındaki iyiliği yüceltip, kötülüğü kontrol altına alan ve insanlık mertebesine daha fazla ulaşabilen bir bilinç, var olan her şeyin kendinden bir parça olduğunu kavramakta gecikmez. Böylece var olan her şeye saygı duyar, onlarla bütünleşir ve onlara zarar vermez. Ama dediğim gibi insanlık da bir mertebedir ve çağımız koşullarında buna ulaşmak gittikçe zorlaşıyor. İnsan evladı, nefsi ile özü arasına sıkışmış durumda ne yazık ki. Kötülüğe yani nefsine esir düşen bir bilinç ise her şeye zarar verebilir. Özellikle de kendinden aciz olanlara. Ne yazık ki hayvan dostlarımız da bundan nasibini alıyor.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Bu konu tamamen ekonomik değerler ve sektörleşme üzerinden okunmalı bence. Sonuç olarak film bittikten sonra sanatsal bir eser olarak görüldüğü kadar pazarlanacak, ekonomik olarak değer yaratacak bir ürün olarak da değerlendiriliyor.  Evet kısa filmler sanatsal bir ürün olarak kabul ediliyor lakin henüz pazarlanacak bir ürün kıvamına gelmiş görülmüyor çünkü alıcısı henüz tam olarak oluşmadı. Üretilen ürün, bir pazar oluşturamamışsa, sektörleşememişse ve üreticisine ve dağıtımcısına ekonomik bir gelir yaratmıyorsa sıçrama tahtası olarak görülmesi normal bir durum. Sonuçta sinemacılar da hayatlarını devam ettirebilmek için para kazanmak zorundalar ve ekonomik olarak değer yaratan kısma sıçramaya çalışıyorlar çünkü yayın ve yayım araçları tamamen ekonomik temeller üzerinden ilerliyor. Demek istediğim mevzu aslında tamamen ekonomik parametrelerle ilgili. Bahsettiğiniz yönetmenler ise ekonomik kaygıları olmayan, zaten isim ve marka olmuş yönetmenler. Onlar kısa filmi daha çok keyfi olarak gerçekleştiriyorlar. Aslında kısa filme sektörleşme adına verdikleri, kattıkları çok fazla bir değer yok. Bu isimlerin kısa film çalışmalarıyla kısa film dünyasını kıyas etmek bizi yanılgıya sürükleyebilir. Son yıllarda bu durum değişmekte, evet bu birazda dijital yayıncılığın gelişimi ile birlikte oluyor. Kısa filmler dijital mecralarda ekonomik değer yaratabilecek bir ürün olarak görülmeye başlandı. Henüz gelişim aşamasında ama olumlu ilerliyor. Değişen durumu buradan değerlendirebiliriz.

Özellikle son yıllarda film festivallerinin seçkilerindeki kısa metrajlar uzun metrajlara göre biz seyircileri daha çok heyecanlandırıyor. Bu anlamda ibrenin kısa metraja doğru kaymasına doğru ne düşünüyorsunuz?

İbre kayıyor demek için henüz çok erken. Bazı dönemler uzun metraj filmlerde durağanlık olur, üretim kalitesi düşer ve kısa filmler öne çıkar. Bu da biraz böyle bir dönem bence. Yukarıda da bahsettiğim gibi ekonomik olarak bir değer yaratmadan ibrenin kısa metraja kaymasını sektör bileşenleri hem istemezler hem de buna izin vermezler.

Şu ana dek üç kısa metraj filme imza attınız. Önümüzdeki süreç için uzun metraj çekmeyi de düşünüyor musunuz?

Evet üç kısa film yaptım ve biraz daha geniş zamanda bir şeyler anlatma isteğim epey yoğunlaştı. Şu an uzun metraj bir film için kolları sıvadık ve çalışıyoruz. Umarım gerçekleştirebiliriz.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir