“Kısıtlamalar Sanatın Dostudur”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 70. haftasından herkese merhaba. Kara komedi türünün kendi dinamiklerini seyirciye aktarma biçimi, uzun veya kısa metraj işlerde farklı sonuçları ortaya çıkarıyor. Onlardan birine imza atan Balahan Gürel ise bu haftaki röportaj konuğum olacak. Ölmekte olan bir adam ve karısının bir Amerikan restoranında birlikte intihar etmeye karar vermelerini anlatan Aşk, Ölüm ve Domatesler üzerine konuşacağımız film olacak.

Filmin yönetmeni Balahan Gürel ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Balahan Gürel?

Her şeyden önce bir sinefil olduğumu söyleyebilirim. Film izlemediğim gün hep bir eksik kalıyor, tam olarak mutlu hissedemiyorum. Günümüzdeki içerik kirliliğine dikkat ederek çok filmle iç içe olmaya ve olabildiğince sinemada izlemeye çalışıyorum. Sinema eve en yakın hissettiğim yer benim için. Onun dışında üç kuşak tiyatro sanatçılarından oluşan bir aileden geliyorum. Bu yüzden hep tiyatroyla, müzikle iç içe yetiştim. Büyüyünce de bir şekilde kendimi içinde buldum. Film okumadan önce konservatuvar okudum, oyunculuk yaptım. Hala da tiyatrodan kopmamaya, bu konuda çeşitli üretimlerde bulunmaya çalışıyorum. Özellikle ürettiğim her alanda sıradan görünen şeyleri yeni bir gözle görme fikriyle çok ilgiliyim.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Yazım süreci dahil 5 aylık bir süreçte tamamladık filmi. Senaryoyu Mayıs 2019’da bir iki gün içinde yazdım. Zaten benim için film yazım sürecinde uzun süren kısım aslında proje geliştirme süreci oluyor. Çünkü bir filme yüzde 100’ümü verebileceğimi hissetmiyorsam veya o hikâyeyi anlatmam gereken kişinin ben olduğumu düşünmüyorsam o filmi yapmamayı seçiyorum ve başka bir hikâyeye yöneliyorum. Aşk, Ölüm ve Domatesler benim ilk kısa filmimdi. Çünkü bu anlamlarda tam olarak emin olduğum, duygusal olarak bağlandığım ilk hikayeydi. Buna karar verdikten sonra ön hazırlık maceramız başladı. Burada da bizim için en önemli şans, sektörde büyük tecrübe sahibi olan Arda Çağlar Erkmen ile tanışmak oldu. O dahil olduktan sonra ayakları çok daha yere basan bir projeye dönüştük. 7 Temmuz 2019’da tek günlük bir çekimle prodüksiyonu gerçekleştirdik. Komedi filmi yapmanın en keyifli yanı herhalde çekim süreci. Her sette olan stresler olsa da çok keyifli bir çekim geçirdik. Yazın ilerleyen bölümünde de post prodüksiyon sürecine geçirdik. Sonraki filmimde de çalıştığım sevgili kurgucu Fırat Terzioğlu ile iki haftalık bir kurgu sürecimiz oldu. Hikâyenin istediği ritmi çok iyi hisseden bir kurgucu olduğundan, başta filmin açılış sahnesi dahil olmak üzere kilit bölümlerinin şekillenmesinde onun da payı büyük oldu. Eylül ayında post prodüksiyonu tamamlayıp festival görüşmelerimizi yapmaya başlamıştık.

Filmin macerasını başlatan kıvılcım ne oldu? Senaryoyu yazmaya nasıl karar verdiniz?

Burada mekân biraz tetikleyici unsur oldu benim için. Diner denilen Amerikan restoranlarını sinematik olarak hep çok estetik bulmuşumdur. Zaten bu restoranlar için evden uzaktaki eviniz diye bir tabir vardır ve Amerikan sinemasında birçok karakterin en samimi, gizli veya önemli konuşmalarını burada yaptıklarını görebiliriz. Burada çekim yapmalıyım düşüncesi kafama yerleştikten sonra da hikâyenin kıvılcımını aramaya başladım. Genç, dinamik ve senaryo dili olarak yeni hissettiren bir şey yapmak istiyordum. Aşkın doğası üzerine düşünürken mutlak aşk yani aşkın en saf halinin ne ve nasıl olabileceği soruları aklıma geldi. Bu da aslında dediğiniz gibi tüm macerayı başlatan kıvılcım oldu ve hemen senaryoyu yazmak için ön hazırlığa giriştim.

Röportajımıza filmin türüyle devam edelim istersiniz. Kısa filmlerde kara komedi örneklerine çok sık rastlamıyoruz. Bu noktada genelin aksine bir risk alarak daha az denenen bir türde filminizi çektiniz. Bu kararı alma süreci nasıl gerçekleşti?

Kara komedi daima bana çok konuşan bir film türü olmuştur. Toplumun tabu olarak gördüğü meseleleri işlediği için çok cesur, bu meselelere özgün yaklaşımı nedeniyle de empatiye oldukça alan veren bir tür olduğunu düşünürüm hep. Ancak türe dair sevgime rağmen doğrudan bir kara komedi yapmalıyım diye yola çıkmadım. Karakterlerin ve bu mutlak aşk temasının hikayesini en iyi biçimde anlatabileceğim bir zemin arıyordum. Hem komedi hem dram olarak çalıştığım hikâye taslakları oldu. Ama karakterler kendileri konuşmaya başlayınca film doğal yoldan kara komediye dönüştü ve daha ironik bir mizah oluşmaya başladı.

Kara komedi, her ne kadar cezbedici bir tür gibi görünse de özellikle süre sınırlamasının ciddi ölçüde hissedildiği kısa filmlerde büyük bir risk. Bu riski başarıya dönüştürme yolunda hangi adımları attınız, neleri doğru yaptınız?

Dediğiniz risk konusunu en çok mekân arayışı sırasında hissettik. Yanlış bir mekânda çekilse görsel ve sinematik tatmin sağlamayacak vasat bir iş haline dönüşebilirdi. Bu noktada görüntü yönetmenimiz Arda Erkmen ve yapımcımız Tuğba Erdem doğru mekânı bulmak için çok emek verdi. Orayı görünce de aslında kafamızdakinden bile daha iyi kompozisyonlar yaratma şansımız ortaya çıktı. Bugün bile baktığımda filmdeki mizahi ve dramatik anların eklektik olmayacak biçimde iç içe geçirilmesi, böylece farklı türlerin beklentilerini karşılayabilmiş olmamız benim hoşuma giden noktalar. Tabii ki her filmde olduğu gibi doğru ekibi kurmak çok önemliydi. Filme inanıp büyük emek veren veya bir şekilde filme destek olan çok insan oldu. Onların pozitif enerjisi ve huzurlu bir set, filmin başarısı için kilitti.

Aşk, Ölüm ve Domatesler’in açılış sahnesi, Quentin Tarantino imzalı Pulp Fiction filmine selam çakıyor adeta. Bu tercihin altında yatan neden neydi?

Pulp Fiction’a bayılırım! Ama tabii ki ona selam çakmak gibi bir düşüncem olmadı. Filmdeki non-lineer anlatı ve karakterlerin açılış sekansındaki ilişkisi açısından benzerlik kurulmasını çok iyi anlayabiliyorum. Bununla birlikte, açılış dahil filmin sinematik dilini kurarken Tarantino yerine Robert Altman ve Jonathan Demme gibi isimler beni daha çok etkileyen isimler olmuştu.

Aşk dediğimiz duygunun içinde yer alan farklı birçok unsuru 10 dakikalık kısa sürede ekrana getiriyorsunuz. Her dakikasıyla aşk üzerine düşündüren filmin senaryo yazım aşamasında sizi zorlayan noktalar oldu mu? Olduysa bunları nasıl aştınız?

Tamamen diyalog üzerinden akan bir senaryo yazınca haliyle en büyük özeni de onların iyi oturmuş olmasına göstermek gerekiyor. Sanıyorum ki, en zorlu şey diyaloğun müziğini ve ritmini doğru yakalamaktı. Bunu yapmak için de sık sık aynı zamanda sesli okuyarak, bir nevi oynayarak yazma seansları gerçekleştirdim. Tiyatro geçmişim dolayısıyla diyalog yazmak benim için hep oldukça keyifli olmuştur. Bu filmdeki diyaloglar gösterişli ve büyük olması gerektiği için daha da zorlu bir keyif haline dönüştü bu yazım süreci. Yine de sanırım şu an minimal diyaloglarla daha çok ilgileniyorum. İlk bakışta sanki doğaçlanmış gibi görünen minimal diyaloglar yazmak giderek incelikli bir karakter yaratmanın anahtarı haline dönüşüyor benim için.

Filmin seyirciyi yakalama noktasında senaryo kadar başrol oyuncuları Kerem Arslanoğlu ve Çiğdem Yıldız’ın da payları büyük. Oyuncu yönetiminde dikkat ettiğiniz noktalar ve çiftin birbirine uyumunu sağlayan faktörler neler oldu?

Kesinlikle! Kerem’le zaten uzun yıllardır tanışıyorduk. Daha önce birlikte bir tiyatro oyununda çalışmıştık ve yönetmenliğe adım attıktan sonra da çalışmak istediğim bir isimdi. Ahu karakteri için ise daha uzun bir casting sürecimiz oldu. Casting’in yönetmenin işinin yüzde 90’ı olduğu düşüncesine ben de inanıyorum. O yüzden Ahu rolü için bir süre doğru oyuncuyu aradık ve rolü çok iyi şekilde taşıyacağını düşündüğüm Çiğdem ile karşılaşınca da arayışımız sonlanmış oldu.  İkisi de oldukça tecrübeleri oyuncular olduğundan oyuncu yönetiminde en çok yapmaya çalıştığım şey filmde kurmak istediğim dünyayı, türün gerekliliklerini ve atmosferi onlara anlatmaktı. Bunun dışında birbirimize alışmak ve kimya oluşturmak için vakit buldukça provalarda doğaçlamalar yaptık. Yaptığımız çalışmalarda da onları oyuncu kişiliklerinin dışında daha iyi tanımaya ve nelerin onları tetikleyeceğini bulmaya çalıştım. İkisinin rollerine kattıkları da çok şey oldu.

Tabii ki, kısa film yaparken -hem de talep gören oyuncularla çalışıyorsanız- daha sınırlı bir ön hazırlık şansı buluyorsunuz. Sonraki filmlerim için en çok hayalini kurduğum şeylerden biri uzun bir prova ve ön hazırlıkla karakterleri tüm boyutlarıyla yaratma şansına erişmek.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Bu çok katmanlı incelenmesi gereken bir konu tabii ki. Bahsettiğiniz isimlerin kariyerlerinin bu aşamalarında halen kısa filmler üretiyor olmaları gerçekten çok değerli. Özellikle saydıklarınızdan Almodóvar’ın The Human Voice ve Lynch’in What Did Jack Do? filmleri bana çok konuşan işler olmuştu. Yine de kısıtlamaların sanatın dostu olduğunu düşünüyorum ve o yüzden kısa filmlerini yaparken kariyerinin henüz başında olan ve belirli prodüksiyon kısıtlamalarına tabi yönetmenlerin işlerini izlemeyi çok seviyorum. Çünkü hal böyle olunca bu kısıtlamalar henüz fikrin ilk oluşum anından bile önce kafanızın bir köşesine yerleşmiş oluyor ve bu şekilde çok daha özgün, yaratıcı noktalara gidebiliyorsunuz. Kısa filmin değerini de biraz bunlar oluşturuyor gibi geliyor. Tabii ki, yaratıcılık dendi mi Lynch’i bir köşeye ayırıp öyle konuşmamız gerekiyor. O hiçbir zaman yaratıcılığı tükenmeyecek gibi görünen nadir isimlerden.

Ünlü sıçrama tahtası konusuna geldiğimizde ise bunun biraz bir film/kısa film dünyasının sektörleşmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Sinemacı olmanın bile değerinin sorgulandığı, sektörünün oturmamış olduğu bir yerde kısa filmci olmak haliyle daha değersiz gibi algılanabiliyor. Bu da kendini gerçekleştirme isteği güden insanların uzun metraja yönelmesine yol açıyor sanki. Bu dünyalar sektörleştikçe kısa filmin de başlı başına bir alan olduğunun görülmesi çok daha olası geliyor. Bana gelecek olursak, benim kalbim baştan beri uzun metrajda atıyor. Bunun da nedeni aslında karakter odaklı filmler üretmek istememden kaynaklanıyor. Bir karakteri işlemek ve dönüştürmek için belirli bir süre gerekiyor, bu da kısa film matematiğinin biraz dışında kalıyor. Tabii ki biri diğerinden daha değerli gibi bir durum yok. Ben de şu ana kadar ürettiğim kısa filmlerden çok şey öğrendim, çok tecrübe ve arkadaş kazandım. Kısalarım iyi ki de yolculuğumun bir parçası olmuş diyorum. Aynı dünyada geçen birkaç kısa hikâyeyi, uzun metraj bir filmde işlemek gibi bir isteğim de var ilerisi için.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Şu an festival süreci halen devam eden Büyük Uçuş adında yeni bir kısa filmim var. O da kariyerlerini farklı ülkelerde sürdüren iki yalnız ruhun birbirlerini tanımadan âşık olmasını anlatan ve bolca Jazz içeren, ruh eşliliği üzerine bir atmosfer filmi. Bunun dışında, birisi finansman birisi geliştirme aşamasında olmak üzere iki uzun metraj hazırlığı içindeyim. Psikolojik derinliği yüksek ana karakterleri odağa alarak aşk ve aile temalarına dair izlekler sunmayı hedefleyen işler olduklarını söyleyebilirim.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir