‘Kısa Filmlerde Özgür Olmak Bir Lütuf’

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 53. haftasından herkese merhaba. Bugünkü röportajımda düzenli olarak çektiği kısa filmlerle birçok festivalde ödüller kazanan bir yönetmen bizlerle olacak. Aynı zamanda makine mühendisi de olan Nuri Cihan Özdoğan, sinema üzerine yüksek lisansını da yapan bir yönetmen. Son olarak çektiği Aynı Gecenin Laciverti filmiyle 10. Uluslararası Malatya Film Festivali’nde En İyi Kısa Film ödülünü kazanan Özdoğan, kurduğu atmosferle oldukça iddialı bir iş sunuyor. Başrollerinde Vildan Atasever ve Engin Yüksel’in yer aldığı Aynı Gecenin Laciverti, II. Dünya Savaşı zamanında Adolf Hitler tarafından Türkiye’ye gönderilen mektubun pulunun farklı hikayelerin kesiştiği bir gecedeki yolculuğunu anlatıyor.

Aynı Gecenin Laciverti ile neon renklerle bezeli, suç unsurlarının kol gezdiği dikkate değer bir hikaye sunan Nuri Cihan Özdoğan ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Nuri Cihan Özdoğan?

1990, Kadirli doğumluyum. 1996 senesinden beri Adana’da yaşıyorum. Makine mühendisiyim. Orta okul yıllarımdan itibaren hikâyeler yazıyorum. Lise yıllarımdayken sınıf arkadaşım olan Elif Hanım’dan (kendisi şu an eşim olur) hikâyelerimi okumasını rica etmiştim. Yazdıklarımın bir başyapıt olduğunu söylemesini beklerken, edebi bir metinden çok görsel betimlemeler karaladığımı ifade etmişti ve üniversite yıllarımızda bana Öktem Başol’un “Senaryo” kitabını hediye etmişti. Böylelikle senaryo yazımı ve teorisi üzerine okumalara başladım ve hikâyelerimi filmlerle anlatmaya gayret ediyorum artık. Çukurova Teknokent’te mühendis olarak çalışmamın yanı sıra Çukurova Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde sinema üzerine yüksek lisans eğitimim devam ediyor.

 Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Film yaklaşık üç yıldır hayatımın gündeminde. Senaryonun olgunlaşmasını ve hazırlık sürecimizi aceleye getirmedik. Filmin çekimlerini dört gecede tamamladık ama asıl vakit alan kısım post prodüksiyon aşaması oldu. Filmin çekimlerinden yaklaşık iki hafta sonra Covid-19 salgını başladı. Bu da kurguya giriş sürecimizi uzattı. Fakat bu durumdan şikayetçi değilim çünkü bu süreçte yolum filmimizin kurgucusu Hakan Çelik’le kesişti. Kurgu süreci, filmin seyirciye ulaşacağı nihai haline karar verdiğimiz aşama olduğu için oldukça titizlik isteyen, telafisi olmayan bir süreç. Bu nedenle, filme en az benim kadar kıymet veren bir kurgucu ile çalıştığım için çok şanslı ve mutluyum. Asıl sancılı süreç ise filmin animasyon bölümleri oldu. İlk defa deneyimlediğim animasyon süreci oldukça öğreticiydi. Salgın nedeni ile festivaller online yapıldığı için acele etmedik ve tekrar tekrar üzerinden geçerek filmimizi ortaya çıkardık.

Filmin ortaya çıkış hikayesi nasıl gerçekleşti?

2017 yılında yönetmenliğini yaptığım Sirayet filminin başrol oyuncularından Engin Yüksel ile birbirimize sürekli hikâyeler anlatırız. 2018 yılında Engin Bey bana evsiz bir adamın ve kıymetli bir pulun ironik bir hikayesini anlatmıştı. Hikâyenin “değer” kavramı üzerine sunduğu soru işaretleri beni çok etkiledi. “Değer” dediğimiz şey neydi? Değeri kim, neye göre belirliyordu? Bu ironi dolu ve anlamlı hikâyeyi, yapmak istediğim film tarzına ve atmosferine uygun olacak şekilde kısa film senaryosuna dönüştürmeye karar verdik.

Filminizin senaryosunu Engin Yüksel ile birlikte yazdınız. Kısa filmlerde bu duruma pek alışkın değiliz. İki farklı bakış açısının senaryo yazım sürecinde ne gibi avantajları oldu?

Engin Yüksel başarılı bir oyuncu olmasının yanı sıra şairdir. Hikâyelerinde de şairliğinin izlerini görürüz. Kelimeleri nahiftir, kalemi keskindir, hikayelerinin içine girersiniz duygusaldır ama yüzümüzde bir tebessüm bırakır. Ben hikâyenin tarzına, biçimine yön verirken Engin Yüksel hikâyenin duygusundan uzaklaşmamamızı sağladı. Koşulsuz olarak bana güvenip hikâyesini teslim ettiği için çok mutluyum.

Aynı Gecenin Laciverti, kara film özelliklerini taşıyan bir iş olmuş. Tabii bu noktada hikâyenin daha etkileyici olması adına bazı risklerin alınması gerekiyor. Siz de bunları başarıyla gerçekleştirmişsiniz. Bu konudaki görüşlerinizle devam edelim isterseniz.

Filmin içeriği ile biçim tercihinin birbirinden beslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hikâyemizin içeriğinin II. Dünya Savaşı ile ilişkilendirilmesi nedeni ile, o yılların sinema tarihinde hangi döneme karşılık geldiğini araştırdım ve kara-film (film-noir) türünün üretildiği yıllar olduğunu keşfettim. Sinemaya rengin dahil olmasıyla kara-film türünün, neon ışıkların kullanıldığı neo-noir türüne evirildiğini öğrendiğimde bu filmde neo-noir bir dünya kurmaya karar verdim. En başından beri bu tercihin riskli olduğunun farkındaydık. Işık kullanımı ve hikâye tasarımı ile filmimizin seyirciyi gerçeklikten koparacağını biliyorduk, bu nedenle hikâyemizi çizgi roman estetiği ve animasyon bölümlerle zenginleştirmeye karar verdik. Böylece seyirci bilinçli bir şekilde gerçeklikten koparıldığına ikna olacaktı. Filmin dezavantaj olabilecek taraflarını avantaja çevirmeye çalıştık. Tüm bu risklere rağmen, bir seyirci olarak özel ilgim olan kara-film estetiğinde bir film üretme düşüncesi beni oldukça heyecanlandırmaktaydı. Film üretiyor olmanın bana en cazip gelen yanı, her yeni filmde yeni şeyler deneyimleyebilme, yeni şeyler öğrenebilme imkânına sahip olmamız. Bu sayede hayatı daha dolu ve daha anlamlı yaşadığımı hissediyorum. Aynı Gecenin Laciverti’nin üretim sürecinde animasyona dair bir şeyler öğrendim, kara-film türünün tarihi ile ilgili araştırmalar yaptım. Değer kavramı üzerine düşündüm, okudum. Diyojen’i anlamaya çalıştım. Sonraki filmlerimde kim bilir neleri araştırmam gerekecek. Belki metaverse, gelecek, kuantum fiziği hakkında araştırmalar yapacağım belki de en başa dönüp insan-toprak-doğa ilişkisi üzerine düşüneceğim. Her yeni filmin yeni ufuklar açıyor olması çok kıymetli ve çok anlamlı. Bu nedenle Aynı Gecenin Laciverti’ne bana yaşattığı farklı deneyimler için minnettarım.

Temposu yüksek bir iş ortaya koymuşsunuz. Kısa metraj dahi olsa bir hikâyenin yüksek dinamiğini film boyunca korumak büyük emek ister. Siz de bunun altından ustalıkla kalkmışsınız. Buradaki başarınızın altında ne yatıyor?

Anlamlı bir hikâye anlatmak kadar bu hikâyenin seyirci tarafından ilgi ile izlenmesini sağlamak benim için çok önemli. Filmi zihnimde kurarken senarist ya da yönetmen olmadan önce kendimi seyirci olarak konumlandırıyorum. Aynı Gecenin Laciverti’nin senaryosunun içeriğinin ve kronolojik akmayan zaman yapısının bu dinamizme katkı sağladığını düşünüyorum. Matruşka gibi iç içe örülen filmin anlatı yapısı, izleyicinin zihninde boşluklar bırakıyor ve film devam ettikçe taşlar yerine oturuyor. İzleyici bu taşları takip ederken biçimsel olarak anlatıyı besleyen animasyonlar ve dinamik sahne geçişleri karşımıza yüksek tempolu bir film çıkarıyor.

İkinci Dünya Savaşı zamanında Adolf Hitler tarafından Türkiye’ye gönderilen mektubun pulu, hikâyenin ana kahramanlarından biri desek hiç yanlış olmaz sanırım. Filminiz öncesinde pullara ilginiz var mıydı veya senaryoyu yazarken pullar hakkında nasıl araştırmalar yaptınız?

Hikâyemizi özünde, kıymetli olarak addedilen kavramların değerini sorgulamak üzerine kurguladık.  Pullar ve bu pulların neden bu kadar kıymetli oldukları hakkında hiçbir fikrim yoktu ve halâ da anlayabilmiş sayılmam. Engin Yüksel’in kısa hikâyesinde pul olması sebebi ile senaryoyu yazarken pullar üzerine araştırmalar yaptık. Film evreninde kurduğumuz dünyada bu pulun “eşsiz” ve “kıymetli” olarak addedilmesi gerekiyordu. O sırada karşımıza “gerçekten” II. Dünya Savaşı zamanında, 1 Mart 1941’de Hitler’in İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup ve bu mektubun pulu çıktı. Hikâyenin sonunda bu pula hak ettiği değerin verilmesi, yani bu metanın değersizleştirilmesi söz konusuydu. Bu nedenle Hitler’in pulunu tercih etmeyi anlamlı bulduk. Ufak bir not; Filmin çekimleri esnasında antikacılarda Hitler’e ait herhangi bir şeyin satışının yasak olduğunu öğrendim.

Filmi bir suç hikayesi olarak tanımlayabiliriz rahatlıkla. Senaryonun da bu anlamda bazı karanlık noktaları, şaşırtan tarafları ve bazı sürprizleri olması gerekiyor. Aynı Gecenin Laciverti bunlara sahip olduğu için de içi dolu bir anlatım sunuyor. Bir kısa filmde suç hikayesi anlatmak ve bunun evrenini yaratmak sizin için nasıl bir deneyimdi?

Bence insanın suç ile ilişkisini incelemek, insanın varlığını kabullendirme, dünyasını ve kendisini dönüştürme arzusunu anlamak için harika bir fırsat. Suç kavramının içerdiği kontrastlar hikâyenin ve karakterlerin iç ve dış çatışmalarını meydana getirirken oldukça zengin bir maden sunuyor. Bu nedenle izleyici olarak da oldukça keyif aldığım suç film türünde bir kısa film üretmek öğretici ve unutulmaz bir deneyimdi. “Suçlu” karakterlerle vakit geçirmek, oyuncularla bu karakterleri oluşturmak ve geliştirmek inanılmaz keyifliydi. Özellikle Burak Şafak’la renkli bir gangster karakterin üzerine çalışmanın tadı damağımda kaldı. Suç filmi türünden bağımsız olarak seyircisini şaşırtan filmleri seviyorum. Seyirci, filmi izlemeye koyulduğunda kendisine gelen bilgi akışını kendi hayat deneyimi süzgecinden geçirerek filmi anlamlandırıyor. Bir senarist ya da yönetmen olmanın en güzel yanlarından biri de bu bilgi akış kontrolünün sizin elinizde olması. Sanırım iyi bir film üretmenin püf noktası, bu akış kontrolünün zamanlamasını ve dozunu doğru ayarlayabilmek.

Şahsi kanaatimce filmin en güçlü ve ilgi çeken yanlarından biri de çizgi romana kayan anlatımının olduğu bölümlerdi. Hiç kuşku yok ki bu bölümler filmin çekimlerinden daha fazla emek ve dikkat gerektiren noktalar. İlerleyen süreçte “Aynı Gecenin Laciverti”ni çizgi roman olarak deneyimleme şansımız olur mu?

Filmimizin animasyon çizimleri Buket Uzamaz’ın kaleminden çıktı. Çizim yeteneği ile beni ikna eden Buket’in daha önce herhangi bir animasyon deneyimi yoktu. Buket’in yeteneğine ve süreci yönetebileceğim konusunda da kendime güvendim. Geleneksel animasyonun (Cell Animasyon) nasıl yapılacağını Buket’le beraber öğrendik. Gerçekten çok zor, çok sabır ve emek isteyen bir süreç. Bir daha animasyon içeren bir film üretmek istemediğimden eminim. Aynı Gecenin Laciverti değil belki ama aynı gece bambaşka hikâyelere tanık olacağımız bir çizgi roman deneyimlemek, neden olmasın?

Filmin kırmızı ve mavi hakim neon renklerle bezeli yapısı oldukça iyi bir izlenim bırakıyor. Bu noktada görüntü yönetmenine de ayrı bir parantez açmak gerekiyor kanaatimce. Kendisiyle çalışmakla ilgili neler söylemek istersiniz?

Mavi ve kırmızı renkler… Sisler içerisinde ölüm kadar soğuk bir dünya… Gecenin lacivertinin kan kırmızıya dönüştüğü o an! Filmin görsel dünyasını tasarlarken görüntü yönetmenimiz Ozan Sihay’la bizi ortak noktada heyecanlandıran cümlelerimizdi bunlar. Ozan Sihay’la uzun zamandır tanışıyoruz. Çalışmalarında neon ışıkları kullanmaktaki ustalığına ve bu tarzdan ne kadar keyif aldığına tanık oluyordum. Hikâyenin neo-noir dünyası kafamda netleşmeye başladığında Ozan Sihay’ın tarzının bu film için biçilmiş kaftan olacağını biliyordum. Daha önceki sorunuza cevaben söylediğim gibi ışık tercihi olarak oldukça riskli bir film tasarladığımızın farkındaydık çünkü biçimsel olarak ön plana çıkacak bir ışık tasarımı ile seyirciyi gerçeklikten koparan bir dünya kuracaktık. Sanırım Ozan Sihay’ın ustalığı da kendini burada gösterdi ve seyircinin kendisini içinde hissedebildiği bu absürt dünyayı inşa etti. Tabii bu noktada ışık ekibimizden Taner Kinar ve Ozan Aydemir’den de bahsetmeden geçemeyeceğim. Adana’nın soğuk olabileceğine çoğu kişi inanmaz ama gerçekten birbirinden soğuk dört gece gösterdikleri inanmışlık ve disiplin için kendilerine tekrar tekrar teşekkür ederim.

Başrolleriniz Vildan Atasever ve Engin Yüksel performanslarıyla dikkat çekiyor. Oyuncu yönetimi açısından tecrübeli iki isimle çalışmak size nasıl katkı sağladı?

Engin Yüksel ile senaryoyu birlikte yazmanın avantajından faydalandım. Hikâyedeki tüm katmanlara nedenleri ile hâkim olduğu için bunu karakterine yansıtmayı da ustalıkla başardı. Senaryoyu yazarken farkında değildik ama biz o aşamada yönetmen-oyuncu diyaloğunu kurmaya başlamışız bile. Hırsız Kadir karakterini provalarda ya da sette Engin Bey’e tekrar anlatmama gerek kalmadı. Sadece, senaryoyu yazdığımız süreçte bu seti Adana sokaklarına kurmanın hayaline birlikte inandığımız için çekimler sırasında koşturan ekibimize bakıp duygusallaştığını fark ettiğimde, Engin Bey’in tekrar bencil bir hırsız psikolojisine girmesini sağlamak bir yönetmen olarak beni biraz zorlamış olabilir. Şaka bir yana her filmimde yanımda olmasını isteyeceğim bir oyuncu, bir kalem, bir ağabey, bir dost. Vildan Atasever ile bu film sayesinde tanıştık. Kendisi İstanbul’da yaşadığı ve biz Adana’da olduğumuz için ön provalarımızı telefonda gerçekleştirebildik. Ön çalışmalarda ve sette Vildan Atasever’in disiplinini hissettiğinizde ekipten hiç kimsenin işini öylesine yapmak gibi bir şansı kalmıyor. Vildan Hanım’ın setteki varlığı, sette çalışan tüm arkadaşlarımızın motivasyonunu olumlu anlamda etkiledi. Bu da yönetmen olarak işimi kolaylaştıran önemli bir unsurdu. Vildan Hanım hiç sıkılmadan hikâye hakkında, karakter hakkında, sinema hakkında saatlerce sohbet etmeye çok açıktı. Bu sohbetlerimiz sırasında da kendisinden çok şey öğrendim. Vildan Hanım’la sinema konuşmaya, film üretme sürecini paylaşmaya doyamadığımı söylemeliyim. Ben, sinemaya Vildan Hanım kadar tutkulu olan çok az kişi tanıdım. Sette, buz gibi havada ışık provaları alınırken dahi sahnede kalmayı tercih etti, konsantrasyonundan hiç taviz vermedi. Vildan Atasever, Yağmur karakterine bürünürken biz de kendisini hayranlıkla izledik.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Bir hikâyenin kısa film mi uzun metraj mı olacağına hikâyenin kendisinin karar verdiğini son üç yılda kişisel olarak deneyimledim. Kısa filmler sıçrama tahtası değil ama kısa filmlerin, yönetmenin kendini tanıması, tarzını bulması için uygun olanaklar sunduğunu düşünüyorum. Çünkü maddi ve manevi anlamda, kısa filmde hata yapmanın faturası uzun metrajlı bir filme kıyasla daha hafif oluyor. Bu nedenle kısa film üretirken daha özgür davranabiliyorsunuz. Ben bunu kısa filmin sorunu olarak değil bir lütfu olarak değerlendiriyorum. Son yıllarda kısa film üretimine ilginin yoğunlaştığı ve kısa filmlerin içerik ve teknik anlamda kalitesinin yükseldiği yadsınamaz bir gerçek. Kısa filmleri seyirci ile buluşturan platformların bu gelişime katkısı oldukça fazla. Uzun metrajlı bir sinema filmi ürettiğinizde filminiz sınırlı sayıda yurt içi festivale dahil olabiliyor fakat kısa film için festival dünyası çok daha cazip. Sayı olarak oldukça fazla kısa film festivali düzenlenmesinin yanı sıra kalite bakımından festival ekipleri her sene daha iyisini yapmanın derdinde. Bununla birlikte dijital platformlar da kısa filmleri programlarına dahil etmeye başladılar. İnanıyorum ki film üretim sürecinin içerisinde yer alan arkadaşlarımız kısa filmlerle hayatlarını idame ettirebilselerdi kariyerlerini kısa film üzerine yoğunlaştırırlardı.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız yeni bir kısa metraj projeniz mevcut mu? Varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Sinemamızda örneğine az rastlanan kısa filmler üretmeye devam etmek istiyorum. Beni heyecanlandıran fikirler var. Yaşayacağım süreç bu fikirleri besleyecek, bakalım hangisi filme dönüşecek olgunluğa erişecek.

 

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir