“Kavur’la kendimi ve ülkemi keşfettim”

Yönetmen Fırat Özeler: “Filme başladığımda doğal olarak Ömer Kavur’u çok seviyordum. Film bittiğinde çok daha katmanlı bir insan vardı karşımda. Onu araştırmaya başlamadan önce tek boyutlu bir insan varken; film bittiğinde  zaaflarıyla, güçsüzlükleriyle çok daha üç boyutlu birisi vardı. Artık Ömer Kavur’u bir insan olarak görebiliyorum. Kendi iç dünyamda da filmde de mesele olan yaşadığım yere, ülkeye dair duygularımda değişiklik oldu. Filmin çekimlerinde farklı yerler gördük, yüzlerce insanla tanıştık. Bunlar benim yaşadığım yere daha ait hissetmeme sebep oldu. Kendimi ve ülkemi keşfettim diyebilirim.”

Belgeseller her geçen sene yüzümüzü güldürmeye devam ediyor. Bize başka karşılaşmalar sağlıyor. Bazen de yeni keşifler sağlıyor. Röportajımızın başrolü “Kavur” belgeseli de onlardan biri. Belgesel bizi Ömer Kavur’un iç dünyasına dair bir yolculuğa çıkarıyor. Biz de bu yolculuğu konuşmak için Mephisto Kafe’de filmin yönetmeni sevgili Fırat Özeler ile buluştuk. Özeler ile Ömer Kavur’u, belgeselin yapım sürecini, belgeselin bizi çıkardığı yolculuğu ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem Kavur’da hem de kendisindeki yerini konuştuk.

Tanpınar’ın “Her Şey Yerli Yerinde” şiiriyle biten belgesel Başka Sinema ile gösterimlerine başladı. Şehrinize geliyorsa bu yolculuğu kaçırmayın derim.

Keyifli okumalar…

Neden Ömer Kavur?

Ömer Kavur filmlerini çok uzun zamandır izliyordum. İlk kez “Gizli Yüz”ü lisede izlemiştim ve çok etkilenmiştim. Hiçbir şey anlamamıştım ama o kadar gizemli ve bilinmezliklerle dolu bir film ki, o duygu beni etkilemişti. Filmde de geçen, “filmi anlamadan sadece hissetmek” üzerine kafa yormaya başladım. Bunun üzerine Ömer Kavur’u daha fazla araştırmaya ve izlemeye başladım. Bütün filmlerinde aynı gizemin olduğunu gördüm. Onun filmlerini anlamaya çalışmak  ve  o gizemi çözmeye çalışmak zamanla bende filmdeki karakter gibi bir takıntı haline geldi. Tekrar tekrar izleyerek, üstüne okuyarak ona yaklaşmaya başladım. Zamanla kişiliğinin de filmlerinden bağımsız olmadığı fark ettim. Kendi kişiliğinin de üstü örtük ve gizemli diyebileceğimiz bir durumda olduğunu gördüm. Ömer Kavur ile ilişkim böyle başladı.

Belgeseli izlemeye başlarken kendimizi “yönetmen Ömer Kavur”u izleyeceğiz diye hazırlıyoruz. Ama bir i”nsan olarak Ömer Kavur” ile karşılaşıyoruz. Bu kararı vermek kritik bir nokta mıydı ve bu kararı verdikten sonra nasıl bir yol izlediniz?

Çok kritik bir noktaydı. Çünkü  bu karar belgeseli hem biçimsel hem içerik olarak etkiledi. Yönetmen Ömer Kavur’u anlatsaydım, alışıldık bir belgesel olabilirdi ama öyle olsun istemedik. Kişiliğinde geniş ve katmanlı bir iç dünyası var. Filmlerine hiç uğramadan bile onu konuşabiliyoruz. O yüzden de çok sinematik bir karakter. Onun filmlerini hiç izlememiş biri de bu filmi izlese bir şeyler hissedebilmeli diye düşündük ve bu kararı aldık. Yönetmen biyografisinden çok bir insanın iç dünyasına yönelelim istedik. Bu kararı verdikten sonra bu, beraberinde başka kararlar da getirdi. Filmlerinden hiç kare kullanmadık mesela. Bunun bazı noktalarda işi zorlaştırdığını düşünsem bile yapmak istediğimiz şey Ömer Kavur filmleri gibi bir Ömer Kavur belgeseli yapmaktı. Dolayısıyla Ömer Kavur’u bir karakter olarak ele aldık. Ülkeye, kendi iç dünyasına dair krizlerinden, düşüncelerinden ilerledik.

Filmde bize üç ses eşlik ediyor. Onların kendilerini anlattığı metinler var. Metinleri nasıl oluşturdunuz ve nasıl bir süzgeçten geçirdiniz?

Ömer Kavur filmleri gibi bir Ömer Kavur belgeseli yapmak konusunda karar kıldığımızda, aklımda iki anlatıcı olsun kısmı netti. Tamamen kurmaca olarak onun filmlerinden fırlamış gibi bir karakter yaratalım ve bu ikisi diyaloğa girsin istedik. Dolayısıyla birincisi Ömer Kavur’un, diğeri de kadının metni için olmak üzere iki ayrı metnin yazım süreci oldu. Ömer Kavur’un metni için röportajlarını derledik.

Ömer Kavur kendini, sinemasını anlatan bir yönetmen mi peki?

Kendi çevresinde suskun bilinen birisi. Ama yaptığımız araştırmalarda 30 yıl boyunca hem sinema hem ülke hem de politik gündeme dair çok şeyden bahsettiğini gördük. Beni en çok şaşırtan da bu kadar konuşmuş olması oldu. Dolayısıyla onun metninin yazım süreci baya uzadı. Elimizde 120 -130 civarı röportaj vardı. Hepsini belli elemelerden geçirdik, dönemsel olarak ayırdık. Bir yerden sonra elimizde tekrara düşen veriler vardı. Onları eledik. Elimizdekileri onun hayali bir güncesiymiş gibi kurguladık. Kadının metni ise tamamen kurmaca olmasından dolayı daha kısa sürdü. İki metnin birbiriyle iletişime geçmesi ve sonrasında ayrılması noktaları bizi zorlayan kısımlardı. 

Türkiye’de çeşitli yerlere, onun hayatında önemli ülkelere gidiyoruz. Filmi bir yol filmi olarak adlandırır mısınız? Burada kastettiğim şey, insanın içine giden bir yol veya dünyada bir yere giden bir yol da olabilir.

Hareket noktam bir yol filmi yapmaktı. Bir kadın bir yolculuğa çıksın, fiziki olarak başlasa da aslında soyut, kendi içine doğru bir yolculuk yapsın.  İki kişi birbiriyle konuşarak diyalog halinde bir şeyin peşinden koşsunlar. Bildiğimiz yolculuk mantığına da uygun bir şey. Biz de bir yolculuğa çıktığımızda kendimize dönüyoruz. Kendimizle ilgili, hayata, ülkeye dair düşünüyoruz. Bu benim hareket noktamdı. O yüzden Kavur’a bir yol filmi diyebilirim.

Bu yol filminde aslında seslendirmenin de önemli bir yeri var. Funda Eryiğit, Cem Yılmaz, Tilbe Saran’ın sesleri karşımıza çıkıyor.  Sesleriyle orada olsalar bile, oynuyorlar da. O rolü canlandırıyorlar. Onlarla yolunuz nasıl kesişti ve nasıl dahil oldular?

Aslında tam da dediğiniz yerden dahil oldular. Orada bir performans var. Bir belgesel anlatıcısından ziyade üç karakteri canlandıran üç insan var. Bu noktada sanki kurmaca bir film yapıyormuşuz gibi harekete geçtik. O performansı o oyunu kim daha içten canlandırabilir ve yaşayabilir sorusu bizi motive etti. Kendileriyle iletişime geçmemiz de bizi onlara yönlendiren bazı etkenler oldu. Mesela Funda Eryiğit’in genel olarak canlandırdığı karakterlerdeki ruh hali ve sinema performanslarında ki başarısı; Cem Yılmaz’ın Yeşilçam sevgisi, Kavur’un iç dünyasını anlayabileceğine dair inancı bizi onlara yönlendirdi.

Buraya kadar izlediğimiz belgeselden bahsettik ama birde  yapım süreci var. Senaryo yazım sürecinden sonra en çetrefilli kısım. Bu süreç nasıl geçti, iyi kötü yanları ve neler yaşadınız? 

Metinleri az çok son haline getirdiğimizde artık elimizde bir iskelet vardı, çekimleri planladık. Yolculuk için rotaları oluşturduk. Oradan sonra maceramız başladı aslında. Türkiye’de yirmiye yakın şehirde çekim yaptık. Onun dışında Almanya, Fransa çekimleri vardı. En zorlu süreç oydu. Bir seneye yakın, aralıklarla sürdü. Fonlama konusunda birçok farklı kurumdan destek aldık. Bu beni çok mutlu ediyor. Çünkü fonlama noktasında alternatif bir yol izlemiş olduk. Sektörden olduğu kadar sektör dışındaki kurumlardan da destek aldık. Aslında o noktada anlatmak istediğimiz hikâyenin birçok kişi tarafından paylaşılmasını önemsiyorum. Birçok kişi bu hikayenin paydaşı olmak istedi. O noktada kendimizi şanslı görüyorum. Küçük bir ekiple çalıştık. En başta 2-3 kişiydik. Post-prodüksiyon sürecinde doğal olarak biraz genişledi. Kurgu süreci çok sancılı geçti. Çünkü elimizde inanılmaz geniş bir materyal ve 40 saate yakın görüntü vardı. 7-8 aya yakın kurgu süreci geçirdik. Bir yanda kurgu yapıyoruz bir yandan metin değiştiriyoruz. Öbür taraftan arşiv çalışması devam ediyor. Kurgunun son 1-1,5 ayında bile yeni görüntüler geliyordu. Biz ona göre hem metinde hem kurguda değişiklikler yapmak zorunda kalıyorduk. Ama bir noktada bitti demek gerekiyordu. Onu deyince artık noktalamış oluyorsun.

O da çok zor bir şey sanırım. Çünkü bu kadar geniş bir arşive sahip olmak da bir dezavantaj diyebilir miyiz?

Zor bir şey olduğuna katılıyorum. Ama üç kişi kurguladık filmi. Bu çok sık rastlanılan bir şey değil. Ama bu durum çok rahatlattı beni. Hem dışarıdan bir göz olarak diğer kurgucuların müdahalesi hem de bazı sınırlarımı kaybettiğim yerde sınırlanıyor oldum. İyi bir deneyimdi. O yüzden çok zor bir karar olsa da aldık ve noktayı koyalım dedik.

Gösterim sırasında izlediğim Ömer Kavur filmlerini bir düşündüm. Onu bir yere koyduğumuzu fark ettim. Koyduğumuz yerden çok farklı bir yönetmen ve insan olduğunu gördüm belgeselde. Zengin ve elit birisi olmasının yanında sanatsal sinema yapmak istiyor. Ama filmlerine baktığımızda ise toplumsal meselelere hiç uzak olmadığını görüyoruz. Bu dediklerimin yanında filmde bir Ahmet Hamdi Tanpınar etkisi var. Hem Ömer Kavur için hem de sizin için Ahmet Hamdi Tanpınar ne ifade ediyor?

İlk olarak Ömer Kavur’dan başlayayım. Ahmet Hamdi Tanpınar onun Türk edebiyatında en sevdiği yazarlardan biri. Hatta “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü uyarlamak istemiş. Hem zor bir roman olmadı hem de bütçe yüzünden bu gerçek olamamış. Kavur’un doğrudan Tanpınar ile bir tanışıklığı bulunmuyor. Filmlerinde de doğrudan bir ilişki kurduğuna dair bir bilgi yok. Belgeseldeki Tanpınar yansıması, benim Tanpınar’a olan sevgim ve saygımla alakalı. Kavur ve Tanpınar arasında iki tane belirleyici var. Ben ikisini birbirine çok  benzetiyorum. İkisi de yapmak istedikleri sanat için çile çekmiş insanlar. Bu noktada Kavur gerçekten zengin bir aileden geliyor olmasından dolayı daha şanslı. Ama onda da bu zenginliğe ve aileye bir yüz çevirme var. Filmlerindeki halkın içine karışma hissini hiç tesadüfi bulmuyorum. Çünkü olmak istediği yer orası gibi. Sanatsal üretim sancılarını ve biçimlerini ikisinin, çok benzetiyorum. Bunların yanında kişisel olarak benim de Tanpınar’a ayrı bir ilgim ve alakam var. Hep “Huzur”u okuduğumda hayatım değişti derim. Tanpınar’a hayranlığım bu boyutlarda. Hem ikisini kişilik olarak benzettiğim için hem Tanpınar’a böyle bir sevgim olduğu için ve aslında filmdeki arayış temasıyla ülkeye, hayata dair Kavur’dan hareketle kurulmuş söylemlerin “Huzur”la çok örtüştüğünü düşünüyorum. Filmi yaparken “Huzur”u bir daha okudum. Bu seferde kitaptaki karakterlerin de Kavur’a benzediğini fark ettim. Suat’ın hayata karşı olan küskünlüğü, yabaniliği, hırçınlığı da, Mümtaz’ın doğu batı arasında sıkışmış kalmışlığı da Kavur’da var.

“Kırık Bir Aşk Hikâyesi”ndeki ressamın intiharında da arada kalmışlığın bir yansımasını görebiliriz. 

Geçenlerde “Kırık Bir Aşk Hikâyesi”ni tekrardan izledim. Bu sefer ressam karakterinden inanılmaz bir şekilde etkilendim. Orada mükemmel bir oyunculuk sergileyen Kamran Usluer’i de anmak gerekir. Yapmak istediğin şeylerle yapmadığın şeylerden dolayı bir sıkışmışlık hâli var Kavur’da. “Yapmayı başardıklarımızla huzur bulamadığımız bir hayat” cümlesi özetliyor onu aslında. 80 darbesi sonrası, 90’lar, 2000’lerde aydın bunalımı şeklinde karikatürize edilen şeyi samimi bir şekilde yaşıyor bu insanlar. Ve bu beni çok etkiliyor.

Ömer Kavur sanatsal anlamda da bir üretim sancısı çekiyor. Ama bunu ifade edebileceği bir ortam bulunmuyor. Sivrileşmiş ve politikleşmiş bir ortam içerisinde. Aslında o da sinemasıyla uzak bir şey yapmak istemiyor. Ama onun için bunun yolu yordamı farklı.

Ömer Kavur filmleri ve kişiliğiyle apolitik olarak kabul edilir. Filmleri dönemdaşları Erden Kıral, Yılmaz Güney kadar politik bulunmaz. Ama bu yanlış. Çünkü filmlerinde ortaya koyduğu politik bilinçte açıktan propaganda yapmıyor. “Gece Yolculuğu”nda 80 darbesi sonrası yaşanan kültürel yozlaşma veya “Anayurt Oteli”ndeki Zebercet’in toplumdan izole olmuş hali. Bütün filmlerinde karşımıza çıkan “milli bayramlar” motifi. Kendisininde söylediği üzere filmlerinde birey olmayı tartışıyor. “Bir ülkeyi anlamak için kişileri yani bir insanı anlamamız gerekiyor” cümlesi onun duruşunu ortaya koyuyor. Bu düşüncesini en net bir şekilde Zebercet’in günlük hayattaki sıkıntılarında çok politik bir tavır yer alıyor.

Ömer Kavur’un hayatında yer almış üç kişiyi görüyoruz belgeselde. Onların belgeselde yer alma durumlarının az olması üzerine neler düşünüyorsunuz?

Çok fazla röportaj kullanmamak en başından itibaren aldığımız bir karardı. Hatta ben hiç röportaj kullanmamayı düşünüyordum. Ama bu durum kurguda şekillendi ve dramatik yapı açısından birkaç röportaj kullanmamız gerekti. 12-13 röportaj yaptık. Ama onların hepsini kullanmadık. Bir yerden sonra o röportajlarda duyduğumuz şeyler tekrara düşmeye başlıyor. Kavur çevresine, tanıdıklarına kendisini açan bir insan değil. Dolayısıyla o röportajlar bize Kavur’la ilgili araştırdığımız şeyleri vermedi. Kullandığımız röportajlardan memnunum. Şu an filmi yeniden kurgulayacak olsam da daha fazlasını kullanmam. Çünkü bu insanlar onun hayatının özel anlarına dokunmuş. Verdikleri bilgileri, onunla ilgili anlattıklarını kıymetli buluyorum. Genel olarak onun setinde çalışanlarla, birlikte çalıştığı oyuncularla da konuşabilirdik ama aradığımız şey bu değildi. Aradığımız şey filmlerini nasıl yaptığı ya da sette nasıl birisi olduğu değildi. Biz Kavur’un insani tarafını arıyorduk. 

Belgeselde Ömer Kavur imzalı iki kısa filmi ilk defa görüyoruz. Bu filmlerin varlığını duyduğunda ne hissettiniz? Belgeselinde bir tarihe tanıklık ediyorsun bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

O filmlerin varlığı, filmle ilgili hâlen en çok heyecan duyduğum ve mutlu olduğum şey diyebilirim. Kısa filmlerin bilgisiyle belgesel için araştırma yaparken karşılaştım.  Kavur o kısa filmlerinden 1974 yılında ve ölümünden önce 2004 yılında verdiği röportajlarda kısaca bahsediyor. Röportajlarını görünce kısa filmleri bulamayız herhalde dedim. Sonrasında belgesel çalışmasında Kavur’un hangi insanlarla görüştüğüne, kimlerle iletişimde olduğuna yöneldik. Filmde yer alan Kavur’un kuzeni Rukiye Hanım’da bize kişisel arşivini açtı. Sonrası tam bir dedektiflik hikâyesine döndü. O kısa filmlerin kamera arkası fotoğrafları çıktı karşımıza önce. O fotoğraftaki kişilerin kim olduğunu araştırdık. Bu filmi lise arkadaşlarıyla çektiğini bulduk. Lise arkadaşlarından olan belgeselde yer alan Mehmet Rado’ya ulaştık. Önce filmler bende yok dedi. Bir ay sonra bana Mehmet Bey’den bir telefon geldi. O konuşmada evde 16 mm film bulduğunu ve oynatıp bakacağını söyledi. Bir iki hafta sonra “müjdemi isterim” diyerek aradığında havalara uçtum. Filmleri dijitalize ettirmeden önce filmleri 16 mm olarak oynatıldığı bir yer buldum ve orada izledim. O da bambaşka bir deneyimdi.

“Kavur” belgeseli Rotterdam Film Festivali’ne seçilmesi sonrasında kulaktan kulağa yayılarak duyuldu ve bir merak oluştu. İstanbul seyircisiylede İstanbul Film Festivali’nde buluştu. Bu buluşmalar nasıl geçti?

Çok güzel bir soru. Rotterdam’daki seyirciyle İstanbul’daki seyircinin filmi algılayışı ve tepkileri çok farklıydı. Rotterdam’da Kavur’u tanımayan bir seyirci vardı. Orada izleyici filme Ömer Kavur’u tanıdığı için gelmiyor. Belgeselin hibrit yapısı onu çektiği için geliyor. Dolayısıyla film bittikten sonraki soru cevapta da filmin kadın anlatıcı yönü öne çıktı. Burada ise seyirciler Ömer Kavur’u bilerek geldiği için en büyük fark duygu ortaklığıydı. Beni en çok mutlu eden şeyde buydu. Ömer Kavur’un insanların hayatına bir yerden dokunduğunu gördüm seyircide.    

Festivallerin bir yönetmen için önemi nedir?

Festivalleri izleyiciyle buluşma açısından önemli buluyorum. Günümüz şartlarında bir filmi vizyona sokmak inanılmaz zor bir şey. Çoğu zaman bu mümkün bile olmuyor. Bu yüzden festivalleri önemsiyorum. Aynı zamanda filmler çok nitelikli bir seyirciyle buluşuyor festivallerde. 

Belgesellerin ve kısa filmlerin kıyıda köşede kaldığını düşünüyor musunuz?

Evet düşünüyorum. Bunun doğal bir şey olduğunu da belirteyim. Seyirci alışkanlığı yıllardan beri kurmaca üzerine kurulu. Buna rağmen seyircilerin belgesellere ve kısa filmlere seyircilerin hak ettiği değeri gösterdiğini düşünüyorum. Sinema ticari bir şey. Belgesellerin kurmaca kadar bir getirisi olmuyor, bu bir gerçek. Bu yüzden de festivallere iş düşüyor. Kurmaca kategorisinde onlarca ödül dağıtılırken belgesel kategorisinde tek bir ödülün dağıtılması beni rahatsız ediyor. Burada kastettiğim maddi ödül değil. Belgesellere neden bir kurgu ödülü, müzik ödülü verilmiyor? Birçok belgesel hikâyesini anlatmasında kurguya çok daha fazla zaman ayırıyor. Kurguda şekillendiriyor. Belki kurgunun, müziğin değerlendirilip ödüllendirilmesiyle başlayabiliriz. 

Filmden önceki Ömer Kavur’la filmden sonraki Ömer Kavur sizin için nasıldı?

Filme başladığımda doğal olarak Ömer Kavur’u çok seviyordum. Film bittiğinde çok daha katmanlı bir insan vardı karşımda. Onu araştırmaya başlamadan önce tek boyutlu bir insan varken; film bittiğinde  zaaflarıyla, güçsüzlükleriyle çok daha üç boyutlu birisi vardı. Artık Ömer Kavur’u bir insan olarak görebiliyorum. Kendi iç dünyamda da filmde de mesele olan yaşadığım yere, ülkeye dair duygularımda değişiklik oldu. Filmin çekimlerinde farklı yerler gördük, yüzlerce insanla tanıştık. Bunlar benim yaşadığım yere daha ait hissetmeme sebep oldu. Kendimi ve ülkemi keşfettim diyebilirim.    

Ve son olarak neler yapıyorsunuz? Masada var mı yeni projeler?

Şu an dinleniyorum. Özellikle post prodüksiyon sürecinin yorgunluğunu halen yaşıyorum. Kurmaca bir projemiz var. Şimdi senaryo aşamasındayım. Dinlediğimi hissettiğim zaman onun çalışmalarını hızlandıracağız.

İstanbul doğumlu. Lisans eğitimini felsefe alanında tamamladı. Yüksek lisansını Medya ve Kültürel Çalışmalar alanında, "Sinemada Aşk ve Zaman: Sevmek Zamanı ve Masumiyet Filmlerinin İncelenmesi" başlıklı teziyle tamamladı. Lisansta aldığı "Sinema ve Felsefe" dersi kalemini sinema yazarlığına çevirmesine vesile oldu. Film Arası ile yolları kesişti. 2019-2021 yılları arasında filmarasidergisi.com 'un yayın koordinatörlüğünü yaptı. Şimdilerde ise haberleri, röportajları ve sinema yazılarıyla yer alıyor. 2022 yılından itibaren Litros Sanat Dijital Kültür Sanat Gazetesi'nde editör olarak çalışıyor. Sinemanın gücüne inanıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir