“İktidara Ulaşmak Kirli Bir Süreçtir”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 66. haftasından herkese merhaba. Sinemanın içinde distopik hikayelerin etkileyici gücüne hayran olan sinemaseverler için tür dahilinde örneklere kısa filmlerde rastlamak pek mümkün olmuyor. Gerek süre kısıtlaması gerekse hikayenin vurucu etkisini verme noktasındaki çekinceler, yönetmenleri kısa metrajda çoğunlukla dram ağırlıklı işler üretmeye itiyor. Bu haftaki konuğum Celal Yücel Tombul ise bu riski alarak çekmiş olduğu kısa metrajı ile distopik bir hikaye sunuyor. Çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin, önceden belirlenmiş şartları yerine getirdikten sonra devletten izin alması gerektiği bir dünyada yaşayan Cemal ve Meryem çiftinin izinsiz doğacak çocuklarıyla karşılaştıkları tehlikeyi anlatan Meryem, üzerine konuşacağımız film olacak.

Celal Yücel Tombul ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Celal Yücel Tombul?

Aslında hikayem ortaokulda şiir ile tanıştıktan sonra başlıyor. Şiirle birlikte edebiyatla olan bağım gittikçe kuvvetlenmeye başlamıştı. Edebiyat öğretmeni olup şark görevinde ilk kitabını yazmayı hayal eden bir gençken, kuzenimin yaptığı lise tercihiyle kendimi bir anda Aydın Doğan İletişim Meslek Lisesi’nde “Radyo ve Televizyon” okurken buldum. Hikayelerle haşır neşir olmam sebebiyle ilk senaryo yazma girişimim pek de kötü sonuçlanmadı ve bu farklı disiplinden çok hoşlandığımı fark ettim. Yazdığım ilk hikayeyi çekmesi için yana yakıla bir arkadaşımı ikna etmeye çabalarken en sonunda bu arayıştan vazgeçtim ve filmi kendim çekmeye karar verdim. Çekimleri gerçekleştirdikten sonra “kurgucu” diye birinin varlığından ancak o zaman haberdar olabilmiştim. Ve bu sefer de kurguyu yapması için birini bulmaya çalışma serüveni baş göstermişti. Nihayetinde pes edip bu amansız arayıştan da vazgeçtim ve her şeyi kendim yapmaya karar verdim.

Açılar, ışıklar, kurgu, ses tasarımı ve renklendirme derken bir filmin atmosferini oluşturan temel öğelerin tümüne hakimiyet sağlamaya başlamıştım. Birçok sanat dalının birleşiminden oluşan sinemanın, üreten kişiye verdiği tatmini yakaladıktan sonra bu yoldan artık geri dönüş olmadığını fark ettim. Ancak sinema kolektif icra edilen bir sanat dalı ve üreten kişinin tek başına kalması gibi bir lükse sahip değil. Lise arkadaşlarımın da set ekibindeki farklı görevlere olan ilgileri ile birlikte kemik bir yapıya dönüştük ve birçok farklı türde eser üretmeye başladık. Sizi tanıyan ve ne istediğinizi bilen ekip arkadaşları ile çalışmak gerçekten çok büyük bir lütuf. Ve hikaye böyle başladı.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Bir hikaye aklıma geldiğinde ilk önceliğim genelde yazmak olmaz. Belki unutmamak adına bazı notlar alınabilir tabi ancak çoğunlukla fikrin bir demlenme aşamasını beklemek gerekiyor. Bu biraz da bu hikayeyi çekmek için kendini ikna etme süreci de. Üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen hala bu hikaye çekmek istiyorsam ancak o zaman senaryosunu yazmaya başlıyorum. Bu film özelinde bu süre iki yılı buldu. Ardından Malatya Film Festivali’nin Film Forum bölümüne senaryonun seçilmesiyle fonlama sürecimiz başladı. Bakanlıktan destek alınmasından sonra da özel kaynaklar da aktarılarak filmin çekimleri iki set gününde gerçekleştirildi. Post sürecinde kurgu zorlayıcı bir süreçti ve üç aya yakın sürdü. Sonrasında pandeminin ilan edilmesiyle birlikte de ses tasarımı ve color da pek de acele etmemiz gerekmedi. Filmin dinamik akışında da birçok değişiklik yapacak zaman elimizde olunca post süresi dokuz aya kadar uzadı.

Filmin macerasını başlatan kıvılcım ne oldu? Senaryoyu yazmaya nasıl karar verdiniz?

Twitter’da bir haber tweet’inin altında “Xxxx’ler çocuk yapmasın!” diye bir mention gördüm. Bu çok canice bir düşünce gibi geldi. Bu düşünceyi ayıpladıktan sonra hayatıma devam ettim. Bir sene sonra başka bir haber içeriğinin altında yine aynı talebi içeren bir yorum gördüm. Ve bu sefer içimden “Evet yapmasınlar!” dedim. Bu söylemim beni de şaşırttı. Sonrasında beni bu değişime iten sebepleri bulmaya çalıştım. Bir yıl içerisinde ülkemizde akıl almaz olaylar olmuştu ve belli ki bu durum beni çok etkilemişti. Sonrasında çevremdeki insanlara bıyık altından “Çocuk Ehliyeti” diye bir proje olsa buna nasıl bakacaklarını sormaya başladım. Birçok kişi bunu desteklemezken; bir o kadar kişi de bu fikre çok sıcak bakıyordu. Böyle bir fikrin insanları iki zıt kutba itmesi hoşuma gitti ve hemen hikayenin akışını oluşturup senaryosunu yazmaya başladım.

Röportajımıza filmin türüyle devam edelim istersiniz. Kısa filmlerde distopya türüne çok sık rastlamıyoruz. Bu noktada genelin aksine bir risk alarak daha az denenen bir türde filminizi çektiniz. Bu kararı alma süreci nasıl gerçekleşti?

Türkiye de üretilen filmlerin birçoğu birbirine çok benziyor. Filmler kısır bir hikaye döngüsünün içerisinde dönüp dolaşıyor. Bunun tabii birçok sebebi vardır ancak en önemli problem bütçe sorunu gibi duruyor. Son dönemde birçok bağımsız film ev içinde, tek mekanda geçiyor. Filmlerin süreleri yetmiş dakikaya kadar düşmüş durumda. Zaten teknik şartname gereği bir filmin uzun metraj sayılabilmesi için altmış dakika olması gerekiyor. Film çekmek halihazırda bir hayli pahalı iken son dönemdeki ekonomik kriz ile iyice doruğa ulaşmış durumda. Ve sinemacılar da daha makul setler planlamak uğruna minimal hikayelere yöneliyorlar. Böyle bir girizgah yapmamın sebebi bunun kısa filme de sıçramasından dolayı. Çok daha özgür bir alan sunan kısa metraj da minimal hikayelere hapsolmuş durumda görünüyor.

Bu hikayeyi yazarken de distopik bir dünya yaratma süreci aklımın hep bir ucunda soru işareti olarak kalmıştı. Prodüksiyon olarak pek bir maliyetli olacağından dolayı bunu göstermek yerine anlatmak, diyaloglar ile aktarma yoluna gitmek zorunluluğunda kaldık. Hikayemizin özünü kaybetmeden despot bir anlayışın varlığını gölge güç olarak hissettirmek yoğun uğraş verdiğimiz bir alandı. Ülkemizde üretimi az olduğu gibi izleyicisi de nispeten az olan bu türün görsel ve işitsel kodları da henüz tam anlamıyla oturmuş sayılmaz. Bu anlamda izleyiciye zamansız başka bir dünyada olduğumuzu anlatmak ve onları ikna etmek, inandırmak gibi de asli bir görevimiz vardı. Bu durum belki de beni en çok zorlayan kısımdı.

Distopya, kısa veya uzun metrajlarda her ne kadar cezbedici bir tür gibi görünse de özellikle süre sınırlamasının ciddi ölçüde hissedildiği kısa filmlerde büyük bir risk. Bu riski başarıya dönüştürme yolunda hangi adımları attınız, neleri doğru yaptınız?

Gerçekte var olmayan bir dünyayı tasavvur edip, bunu seyirciye aktarmaya çalışıyorsunuz. Ve en fazla yirmi dakikanız var! Bu pek akıllı işi değil kabul etmek lazım. Normal bir hikayenin serim aşamasının bile kısa metrajda aktarımı çok zorken, üstüne bir de hiç bilmediğimiz kuralları olan yeni bir dünyanın varlığını anlatmak ve hissettirmek deneyim açısından benim içinde çok farklıydı. Mesela bu film esasında iki kere çekildi. Mekan keşif süresi boyunca açıları belirlerken başka amatör oyuncularla bir referans film çektik. Bu atmosfer oluşturmada bizim elimizi çok rahatlattı. Aynı zamanda hikayenin akışını görebilmemize ve filmin dinamiğini ölçebilmemize de olanak sağladı. Sinematografimizin güçlü görünmesini de sağlamamız gerekiyordu yarattığımız dünyanın inandırıcı olabilmesi adına. Aynı zamanda kostümler ve sanat da zamansız ve mekansız bir konseptte düzenlendi. Çizdiğimiz “muhtar” görünümünün alışılmışın dışında olması, feodal düzenin güçlü bir zeminde varlığını sürdürmesi gibi izleyiciyi gerçek dünyadan soyutlayan bir algı oluşturmamız gerekti.

Doğal kaynakların yetersizliğinden dolayı mevcut nüfusun daha insani koşullarda yaşaması için çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin, önceden belirlenmiş şartları yerine getirdikten sonra devletten izin alması gerektiği bir distopik dünya çizmişsiniz. Tam da bu noktada Cemal ve Meryem’in bebeklerinin devletten doğum için izin yetkisi olmadan dünyaya gelecek olması, filmin ikinci yarısında tansiyonu yükseliyor. Filmin senaryosunu yazmadan önce türe dair okuduğunuz kitaplar, izlediğiniz filmler oldu mu?

Çocuk Ehliyeti ile ilgili en yoğun araştırmam Çin’in uyguladığı tek çocuk politikası ile oldu. Son yıllarda düzenlemeye gidildi ve bu politika biraz daha esnetildi ancak hala varlığını sürdürüyor. Yani aslında tasvir ettiğimiz distopik dünyanın aynı zamanda da içindeyiz. Ve pek de uçuk bir fikir olmasa gerek bu ehliyet projesi.

Böyle sert kurallar peşinden despot bir anlayışı da beraberinde getiriyor. İnsanları temel hak ve özgürlüklerinden mahrum kılmak zorba bir yönetim doğuruyor ve dikta bir rejimin hüküm sürmesi kaçınılmaz oluyor. Bunun sınırlarını iyi anlamak için George Orwell’ın 1984 romanını tekrar bir gözden geçirdim senaryoya oturmadan önce.

Hikayenin ortak paydalarıyla örtüşen bir film olması sebebi ile Children of Men mercek altına aldığım bir yapım oldu. Gerek senaryo dinamiği ve gerilimin aktarımı olsun gerekse görsel atmosferi olsun, birçok referans alabileceğimiz ölçüt sundu bizlere. Fakat hikayenin ayrışması ve bir benzerlik sunmaması adına anlatım dilimizi çok daha farklı bir zeminde ilerletmeye çabaladık.

Devlet otoritesinin bireyler ve bedenler üzerindeki tam hakimiyetini ve yaptırım gücünü filmde net şekilde görüyoruz. Elle tutulamayan, gözle görülemeyen soyut otoritenin kendisi, toplumları dizayn etmede günümüzde ne derece etkili?

Bu hikayeyi yazmamdaki isteği bana veren önemli tetikleyicilerden biri de buydu. “Çocuk Ehliyeti” projesi esasında ne kadar dünyanın kaynaklarını korumak adına yürürlüğe girmiş gibi ifade edilse de bu biraz da politik doğrucu bir söylem. Bu ehliyeti verme yetkisine sahip olan otorite bunu kendisine muhalif olan ideolojiyi yok etmek adına bir silah olarak kullanabilir.

Aile çok güçlü bağları olan bir yapıdır. Ana diliniz, inancınız, kültürünüz, ideolojiniz, tuttuğunuz futbol takımı, oy attığınız siyasi parti… Liste uzayıp gidebilir. Belli bir yaşa kadar bize öğretilenler alışkanlıklarımız haline gelir ve onlardan vazgeçmek için büyük bir gayret sarf etmek gerekir. Yani ezcümle, toplumda sevmediğiniz bir ideolojiye sahip kitlenin çocuk yapma hakkını kısıtlarsanız o düşünce akımının popülaritesinin gittikçe azaldığını göreceksinizdir.

Tabi burada önemli etken çocuktur. Yirmili yaşlarından sonra birisini ikna etmek daha zordur. Çünkü onun artık bir düşüncesi vardır ve önce o düşüncesinden terkine yol açtıktan sonra da kendi düşüncene ikna etmen gerekecektir. Bu hayli zor bir süreç. Fakat günümüzde bu çok sistematik bir şekilde gerçekleştiriliyor. Bazı düşünce akımlarını temsil eden örgütlerin neden öğrenci yurtlarına bu kadar yatırım yaptığını sorgulamak gerekir. Toplumun düşük gelirli kesiminin çocukları bu yurtlarda kalmak suretiyle ilerleyen dönemde çok büyük oranda o düşünce akımında hayatını sürdürür.

Dünyanın içinde bulunduğu mevcut durumundan elde edilen araştırma sonuçlarına göre ilerleyen yıllarda nüfusun daha da artmasından dolayı gıda, temiz içme suyu ve doğal kaynaklara ulaşma bakımından zorlu bir süreci ortaya çıkaracağı söyleniyor. Mevcut durumda ortaya çıkacak sorunların çözümü için devlet otoritesi ve katı kurallar tek başına yeterli olabilir mi sizce? İnsanın milyonlarca yıldır genleriyle taşıdığı temel ihtiyaçlarından vazgeçmesi ne kadar mümkün olacak?

Bağımsız kuruluşların gelecek projeksiyonlarını incelediğimizde pek de iyi bir tablo karşımıza çıkmıyor. Esasında şu an bir kıtlığın içerisinde değilsek yine bilim sayesindedir. GDO sürekli kötü lanse edilen bir hadisedir fakat verileri incelediğinizde bizi kurtaran bir gelişmedir. Ekilen tarım alanı aynı kalırken verimliliği iki katına çıkarmıştır. Bunun yalan olduğunu düşünüp tanıştığım her çiftçiye ısrarla bunu sorarım. Hepsi de bundan önce ekilen arazinin ancak yarısını geri alabildiklerini belirtiyorlar. GDO hayatımıza gireli henüz 25 sene oldu ancak biz bu süreçte dünya nüfusunu iki milyar daha artırdık. Yani görünen o ki, ya böyle bir mucize daha bulacağız ya da dünya nüfusunda ciddi bir düşüş gerekecek. İkinci ihtimal biraz komplo teorisi gibi geliyor kulağa haklısınız. En iyi ihtimal topraktan bağımsız bir tarım olarak görünüyor. Şu anda da yoğun bir şekilde de üzerine çalışılıyor bu ihtimalin. Laboratuvarda üretilen bir hamburger etinin maliyeti 5 bin dolardan 35 dolara kadar düşmüş durumda. Yani umarım katı kurallarla insanların haklarından mahrumiyeti gerçekleşmeden yumuşak bir geçiş sağlanabilir.

Hikayenin geçtiği yer ve zaman dilimi distopya türünün de getirisiyle gri bir alanda kalıyor. Belirli bir yer ve zamana bağlı olmadan bir senaryo yazmak ve onu seyirciye aktarmak sizin için nasıl bir deneyimdi?

Benim gelecek tasvirim biraz çan eğrisi modelini baz alıyor. İnsanlık çok ileri bir seviyeye ulaştıktan sonra tepetaklak bir düşüş de peşinden gelecektir diye düşünüyorum. Aslında bilim kurgu filmlerinden de aşina olduğumuz bir durumdur. İnsanlık çok gelişir ve koloniler halinde diğer gezegenlere yerleşir. Kimler yer alır peki bu kolonilerde? Bilim insanları ve onların çalışmalarını destekleyen zenginler. Peki dünyada kalan insanların hikayesini hiç düşündünüz mü? Şimdi ne var ki bunda denebilir ancak şu anda insanlığın ilerlemesi için çalışan insan sayısı ortalama yüz bin kişi. Bu kişileri nüfustan çıkardığınız da kalan güruhun bir şeyi ilerlettiği filan yok ne yazık ki.

Nanoteknolojiyle çip üreten insanlar gittiğindeki dünyayı tasvir etmek istedim esasında. Evet kronolojik olarak daha ileri bir tarihteyiz fakat tahayyül ettiğimiz gibi uçan arabaların olduğu değil tekrar feodal yapının hakim olduğu, tarım ve hayvancılığın geçim kaynağı olarak sürdürüldüğü bir dünyadayız. Ve otorite kendinden olmayana yahut benzemeyene üreme hakkını layık görmüyor.

George Orwell’ın 1984 romanındaki düşünce polisinin bir benzeri de filminizde yer alan ve teftişi üstlenen görevli memur. İktidarların kendi düşüncesini empoze etmesini sağlayan meşru güç unsurlarının günümüz toplumlarındaki yansımalarına dair düşünceleriniz neler?

Siyasi erki eline geçiren ideoloji, iktidarını sürdürülmesi için sahip olduğu tüm kuvveti karşıt görüşleri ortadan kaldırmak üzere kullanır. Bir süre bunu sürdürebilse dahi konjonktür değiştiğinde bir şekilde iktidardan düşerler. Fakat iktidara da ezdikleri ideoloji geldiği için bu sefer onların intikam serüveni başlar ve iktidarı elen geçiren kesimin diğerini ezdiği bir tahterevalli modeli oluşur. İki kesim de bir şekilde ezen ve ezilen tarafta yer alır. Ancak iktidarlar ne kadar değişse de meşru güç unsurları pek değişmez. Onlar her devrin ezici aracıdır. Kimin için kimi ezdiği onları pek alakadar etmez. Günümüzde bu güç unsurlarına karşı “Bedelini ödeyeceksiniz, hesabını vereceksiniz!” tarzı söylemler ifade ediliyor. Maalesef bu fazla optimist bir yaklaşım. Şu an ezilen taraftayken bunu söylemek kolay olsa da iktidara gelindiğinde artık bu güç size aittir. Ve bu gücü tasfiye etmek büyük bir erdem gerektirir. İktidara ulaşmak kirli bir süreçtir, bunu başarabildiyseniz muhtemelen o erdem de sizde bulunmayacaktır. Bundan dolayı filmimizde yer alan memur da bunun rahatlığı içerisinde hareket ediyor. Hiyerarşide yer alabildiği için altında bulunanı ezme hakkını kendinde gören ve üst kademede yer alan birisini yalanlarıyla çevreleyen bir omurgasızlığa sahip.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Kısa metraj bir anlatım dili olarak değerlendirilip hikayenin uygunluğuna göre tercih edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bundan dolayı bir yönetmen uzun metraj bir filmin rejisini yaptıktan sonra tekrar bir kısa film çekemez gibi düşünce olamaz. Hikayemin hangi tür ve metrajda seyirciye daha iyi aktarabileceğimi düşünürsem tercihim o yönde olur.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Pandeminin getirdiği buhran beni bir süre tembelliğe itmiş durumdaydı. Yeni bir şeyler yazma niyetiyle altı aylık bir içe kapanma süreci oldu. Bu süre zarfında kurmaca, belgesel, deneysel ve tiyatro oyunu gibi birçok farklı disiplinde metin yazmışım. Hangisinin üretim imkanı oluşursa o türden devam edeceğim gibi görünüyor.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir