‘Herkes Kendi Şartlarında Sistemin Acısını Çekiyor’

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin yeni bir haftasından tüm okurlara merhaba. Bu hafta toplumsal temalı bir kısa film üzerine yönetmeniyle röportaj gerçekleştirdim. Serinin 23. haftasında üzerine konuşacağımız kısa film, çelik tencere fabrikasında çalışan iki çocuk annesi Zeliha’nın beklemediği bir anda işten çıkarılması ve fabrikada yaptığı işten dolayı her zaman benzin kokmasına alışkın olan çocuklarına işsiz kaldığını fark ettirmemek için bulduğu çözüme odaklanan Paydos olacak.

Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim, 8.Kayseri Film Festivali’nin Ulusal Kısa Film Yarışması’nda En İyi Film ödülünü kazanan Paydos filminin yönetmen ve senaristi Öykü Orhan olacak.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

***NOT: Film şu an için BluTV’de yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Öykü Orhan?

Ben Elazığ doğumluyum fakat 1,5 yaşındayken annemin memleketi Kayseri’ye dönüş yapmışız. Annem ve babam öğretmendir. Dedem heykeltıraş olduğu için babam da onun sayesinde aynı zamanda ressamlık ve heykeltıraşlık yapıyor. Babam sayesinde ben de hep sanat içinde büyüdüm. Sanata olan merakım babam sayesinde oluştu diyebilirim. İlköğretimden üniversiteye kadar eğitim hayatım Kayseri’de geçti. Lisede tiyatro kulübünde oyunculuk yapıyordum. Sinemaya olan ilgim aslında tiyatroyla başladı. Daha sonra lisans eğitimim için İstanbul’a geldim. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde Film Tasarımı bölümü okumaya başladım. Üniversite dönemimde tiyatrolarda oyuncu ve reji asistanı olarak çalıştım. Son sınıfımda ilk filmim olan Paydos’u yazdım. Daha sonra T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle de Paydos’u çektim. Kısaca kendimi böyle tanıtabilirim.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?

Filmin yazım aşaması aslında uzun bir süreye tekabül ediyor çünkü Paydos’un hikayesini yazmaya üniversite ikinci sınıfta başlamıştım. Hikayesini yazdım ve bir süre öylece kaldı çünkü bu filmi çekmek için kendime çok fazla güvenemiyordum ama hep aklımdaydı. Son sınıfımda artık bunu yazmayalım dedim ve yazdım. Daha sonra T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na belki bir umut destek çıkar diye yolladım ve çıktı. Bu benim motivasyonumu çok yükseltti ve çekim hazırlıklarına başladım. Destek çıktıktan sonra bayağı bir süre bekledim çünkü filmin atmosferi açısından sonbaharda çekmek istiyordum ve yılın sonuna doğru Eylül ayında çekim hazırlıklarına başladım. Yavaş yavaş ekibimi kurdum. Hazırlık süreci iki aya yakın sürdü diyebilirim. Çekimimiz de üç gün sürdü. Çok yoğun bir üç gün geçirdik ama aksaksız bir şekilde filmimizi çekebildik. Post prodüksiyon süreci biraz uzun sürdü. Kurgusu, rengi, ses tasarımı derken iki buçuk ay sürdü diyebilirim. Bu kadar uzun sürmesinin nedeni de kurgucum Tuvana Simin Günay’la bir kadın olarak fazla titiz çalışmamızdan kaynaklandı.

Filmin hikayesini yazma fikriniz nasıl ortaya çıktı?

Paydos’un hikayesi gerçekten yaşanmış bir hikayeye dayanıyor. Üniversite ikinci sınıfımda bir ödev üzerine 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü araştırırken, bir haber sitesinde çelik tencere fabrikasında çalışan bir kadın işçinin hayatı üzerine bir habere rastladım. Bu haberde o işçi kadın, yaptığı işten dolayı sürekli benzin koktuğunu, hatta artık bu koku öyle bir raddeye gelmiş ki idrarından bile bu kokunun geldiği yazıyordu. Ve o kadının çocukları da artık bu kokudan rahatsız bir şekilde ‘’Anne sen çok kötü kokuyorsun’’ diyorlarmış. Bu haberden çok etkilendim ve canım yandı ve “Ben o kadının kokusunu izletmeliyim” dedim. Bunun üzerine hikayeyi kurgulamaya başladım. Tabii Paydos’ta çocuklar annelerinin kokusunu ilk başta sorguluyorlar fakat aynı zamanda o kokuyu anne kokusu olarak benimsedikleri için benzin kokusunu seviyorlar aslında. Bu hikaye sayesinde bende kendi fikrimi, önemsediğim duyguları insanlara gösterme şansı buldum.

Özellikle ülkemizde çekilen uzun ve kısa metraj filmlerde işçi sorunlarına değinen toplumcu filmlere pek rastlayamıyoruz geçmişe nazaran. Bu konuda filminiz o boşluğu da biraz olsun dolduruyor. Bu türde bir film çekmek size projenin her anında ne gibi sorumluluklar yükledi ve bunlarla nasıl başa çıktınız?

Öncelikle dediğiniz gibi sinemamızda işçi sorunlarına değinen çok az film var. Bu da bir ihtiyaç doğuruyor bence. Geçmişte işçileri anlatan çok sert ve güçlü filmlerimiz vardı. Ve onlarda benim referans filmlerim arasındaydı. Onlardan bol bol beslendim. Mesela hep bu filmi örnek gösteriyorum. 1987 yapımı Çark filmi beni en çok etkileyen filmler arasındaydı. Başrolünde oynayan Tarık Akan deri fabrikasında çalışan bir işçi. İşçilerin hayata ve işine olan yabancılaşmasını veren çok etkileyici bir replik var o filmde: “Gökyüzü deri kaplı”. Bu cümleyle Zeliha’nın kokusunu özdeşleştirmeye çalıştım. Sorumluklarımı en kolay yoldan işçi filmleri izleyerek tamamlamaya çalıştım. Daha sonra haberi rastladığım siteye mesaj atarak onlardan yardım istedim çünkü çelik tencere fabrikalarını tanımıyordum. Oradaki işçilerin diğer koşullarını bilmiyordum. Onlarda haberi yapan Meryem Abla’ya yönlendirdiler beni. Bu sayede çok güzel dost olduk onunla. Meryem Abla zamanında çelik tencere fabrikasında çalışmış fabrika işçisiymiş. Şimdi de metal fabrikasında işçi. Onunla randevulaştık ve ona sorular hazırladım yani öncesinde, yönetmen olarak bu işi kendimle özdeşleştirmek için bir belgesel titizliğinde çalıştım. Çalışmak zorundaydım çünkü o fabrikayı, işi bilmem lazımdı. Meryem Abla’yla üç dört saate yakın sohbet ettik ve bana Zeliha’nın yaptığı işi yani benzin-talaş yöntemini, fabrikayı, işçilerin yaşamını, yaşadıkları sıkıntıları, öğle paydosunda neler yaptıklarına kadar her şeyi anlattı. Bu sohbetin filme çok büyük bir katkısı olduğunu düşünüyorum.

Bir işçi hikayesi olmasından mütevellit filmin bazı sahneleri de bir fabrikada geçiyor. Mekan olarak alt-üst, patron-işçi, emek-sermaye gibi birbirinin tamamen zıttı olan bu kavramları aynı çatı altında buluşturan ve kapitalizmin de birer sembolü olan fabrika seçimini nasıl yaptınız?

Fabrika seçimi mekan arayışında en çok zorlandığım kısımdı çünkü hiçbir fabrika sahibi böyle bir film çekimi yapmamıza izin vermedi. Hem de fabrikanın üretim kısmında çekim yapmak istediğimiz için, işçilerin dışında iş güvenliği sigortası olmayanların içeriye girmesi yasal değilmiş. Hem bunu öne sürerek hem de filmin hikayesinden dolayı hiçbir fabrika çekim yapmamıza sıcak bakmadı. Bizde Tuzla’da sanayi sitelerinin içinde bir torna atölyesini benzin talaş yapan işçi kadınların çalıştığı kısım gibi kullanalım dedik. Zaten filmin dramaturjisi açısından bu daha doğru oldu çünkü büyük fabrikalarda bu yöntemler kullanılmıyormuş. O fabrikalarda yıkama makineleri zaten çok hızlı bir şekilde günde çok sayıda tencereleri temizliyormuş. Daha küçük çaplı fabrikalarda yani günde iki yüz tencere üreten fabrikalarda benzin talaş denilen yöntem kullanılıyor. Bu kısımda iki kadın çalıştırıyorlar. “Az ücret-çok mesai” sayesinde patronlar kâra geçebiliyor. Bizde bu mantıkla daha küçük bir fabrika düşünerek Tuzla’daki atölyeyi seçtik.

Filmde iş güvenliğinin yeterince uygulanmamasından dolayı Zeliha’nın ellerinde yaralar olduğunu görüyoruz. Bu yaralar esasında günü kurtarmaya çalışmaya yönelik küçük önlemler uygulanmasıyla dahi bir türlü iyileşmeyen sistemin kendisini de sembolize ediyor. İşçilerin zor koşullar altında saatlerce çalışmak zorunda kaldığı bu sisteme dair görüşleriniz neler?

Sistem çok acımasız ve sert. Kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Ben bu sisteme bir kadın, bir işçi ve çocuklarını doyurmaya çalışan bir annenin gözünden bakmaya çalıştım. Gerçek hayatımda da Zeliha’yla bir kadın olarak ortak yönlerimiz var. Herkes bence kendi şartlarında bu sistemin acısını çekiyor. Bazı kısım bu acıyı farkında olarak çekiyor, bazılarımızsa sadece acıyı çekiyor. Nedeninin ne olduğunu bilmeden. Dünya olarak sürekli bir şeyler tüketme çabasındayız. Bir ev, bir araba için en güzel yaşlarımızı heba ediyoruz. Ne için, kim için harcandığı belirsiz, geçip giden bir zaman. Bu galiba benim en çok canımı sıkan şey. Bu yönüyle sistemi acımasız buluyorum. Ülkemizde gelecek kaygısıyla yatağına giren onunla uyanan bir nesil var. O kadar çok örnek verebileceğim durum var ki. Ama filmde de direnerek ayakta kalabildiğimizi fark ettim. Zeliha da böyle yapıyor çünkü. Belki Zeliha da hayatında, o bezi vücuduna sürdükten sonra, o anki direnciyle bir şeyler değiştirmiştir.

Çelik tencere fabrikasında çalışmasından dolayı her zaman benzin kokan Zeliha’nın kızının “Mustafa’nın annesi çok değişik kokuyor. Senden çok farklı kokuyordu. Bütün anneler senin gibi mi kokuyor yoksa Mustafa’nın annesi gibi mi” cümleleri filmin en vurucu anlarından biri olarak öne çıkıyor ve Zeliha’nın boğazını düğümlüyor adeta. Gerçeğin ta kendisini yansıtma çabanız senaryonun yazım sürecinde sizi zorladığı yönler oldu mu?

Yani tabii ki zorlandığım yerler oldu ama senaryoda bu diyalogları yazarken hep hislerimle yazmaya çalıştım. Bu bana çok yardımcı oldu. Empati duygusu çok önemli bu durumda. Sürekli kendimi Zeliha’nın yerine, çocukların yerine koyarak düşünmeye çalıştım. Onlar gibi hissetmeye çalıştım daha doğrusu. Mesela çekim sırasında yaşanan bir andan bahsetmek istiyorum: Hayatımda yaşadığım en güzel anlardan biriydi galiba. Zeliha ve çocukların birlikte uyuduğu sahneyi çekerken Zeynep karakterini canlandıran Azra’nın performansı beni o kadar duygulandırdı ki monitörün başında o sahneyi izlediğimde gözümden bir damla yaş döküldü. O sahnenin duygusunu çok yoğun bir şekilde hissetim. Bu yüzden Paydos tamamen benim hislerimle oluşturulmuş bir film. Belki de filmi gerçekçi kılan yön bu oldu.

Zeliha’nın işten atıldıktan sonraki süreçte işsiz olduğunu çocuklarından saklaması ve kızının söylediği “Eskisi gibi kokmuyorsun” cümlesi sonucu işte atıldığı anlaşılmasın diye uyguladığı çözüm yoksulluğunun neden olduğu çaresizliği de gözler önüne seriyor. Çaresizliği ve sistem eleştirisini böylesine başarılı şekilde yansıtmak için etkilendiğiniz başka filmler de oldu mu?

Bu konuda en etkilendiğim film Dardenne Kardeşler’in Deux jours, une nuit (İki Gün, Bir Gece) filmi hem karakteri oluştururken hem de o çaresizliği ve savaşı seyirciye iletmemde, aynı zamanda sistem eleştirisini yansıtmamda çok yardımcı oldu. Filmdeki başrol Marion Cotillard da çok güçlü bir karakteri canlandırıyor. O güçten ve aynı zamanda yaşadığı çaresizlikten çok etkilenmiştim.

Filmde Zeliha’nın fabrikada kaldığı baskı, sıkışmışlık ve sömürü, evde de aileyi geçindirmeye çalışan bir kadın figüründe tezahür ediyor. Zorluklara rağmen bu denli güçlü bir karakteri yaratmanız ve seyirciye aktarma çabanıza dair düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz?

Öncelikle Zeliha’nın bu gücünün nereden geldiğini çok sorguladım çünkü sabah çıkıp fabrikaya, o ağır iş gücü gerektiren işine gidiyor. Gün bitiminde fabrikada paydos oluyor ama Zeliha için paydos olmuyor aslında. Onun evdeki mesaisi başlıyor çünkü Zeliha aynı zamanda bir anne. “Kadınlar bu gücü nasıl elde ediyor?” diye düşündüm. Bunun cevabını da hem kendi annemde hem de Zeliha’dan aldım. Benim annem de öğretmen. Her sabah erkenden okula gidip, akşama kadar ayakta kalıp, sonra da eve gelip ev işlerini yapması hep ilgimi çekmişti. “Bu kadın bu gücü nereden buluyor, nasıl dayanıyor?” diye çok düşündüm. Annemin de Zeliha’nın da bu kadar acının, çaresizliğin olduğu bir dünyada yılmadan, direnerek ayakta kalabilmesinin sebebi içinde taşıdığı o koşulsuz sevgi.

Filmde hiç müzik kullanılmaması da dikkat çeken noktalardan biri. Bu bilinçli bir tercih miydi?

Kesinlikle bilinçli bir tercihti. İlk başta aslında müzikli olmasını çok istedim fakat filmin gidişatı bunu değiştirdi. Filmin kurgusunu yapan Tuvana ve ses tasarımcımız Batuhan ile birlikte üzerinde çok düşündük. Film çok sade ve yalın bir şekilde ilerliyor. Ama aynı zamanda çok da trajik bir hikayesi var Paydos’un. Bu yüzden hikayeyi dramatize etmekten çekindiğim için müzik kullanmamayı tercih ettim. Batuhan’la içime çok sinen bir ses tasarımı yaptık. Zeliha’nın dünyasını yabancılaştıran fabrika sesleri, tuvalet fırçalama seslerini kullanarak Batuhan özgün bir ses tasarımı yarattı.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Dünyada bu çok önceden başlamış durumda fakat Türkiye’de kısa filmlere verilen önem yeni yeni artmaya başladı. Fonlar, festivaller vs. Bence bu da çok güzel ve umut verici bir adım. Ben şahsen kısa film izlemekten çok zevk alıyorum çünkü çok farklı bir dünya. Kısa filmi şiire çok benzetiyorum. Bana göre kısa filmlerin her sekansı sanki bir şiirin mısrası gibi. Her sekans çok değerli biz kısa filmciler için. Az bir sürede anlatmak istediğin derdini seyirciye aktarmalısın. Biz kısa film yönetmenleri görüntülerle şiirler yazıyoruz. Bu durum bana çok zevk veriyor. Bu yüzden yönetmenlik hayatımda sürekli kısa filmler üretmek istiyorum. Tabii ki uzun metraj filmlerim olacak ama ben kısa filmleri sıçrama tahtası olarak görmüyorum. Kısa film meslek hayatımda hep var olacak bir şey.

Okurlarımız için işçi temalı filmler önerebilir misiniz?

Öncelikle şiddetle tavsiye ettiğim film Dardenne Kardeşler’in Deux jours, une nuit (İki Gün, Bir Gece). Yine Dardenne Kardeşler’in Rosetta’sı. Türkiye Sineması’nda toplumsal gerçekçi tarzda aktarılmış çok güçlü filmlerimiz var. Çark, Maden, Bereketli Topraklar Üzerinde. Bunun dışında da kendi filmimde atmosferi oluşturmamda bana çok yardımcı olan bir film daha var. Erdem Tepegöz’ün Zerre filmini önerebilirim.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka kısa film projeleri mevcut mu?

Evet şuanda yazım aşamasında olan bir kısa film projem var. Bu projede de gerçeklerden yola çıkarak yazmaya başladım. Bu sefer annemin öğretmenlik yaptığı köyde öğrencisi ile yaşadığı bir olay üzerine gelişecek bir hikaye. Bu filmi masal tadında yine Paydos gibi aynı nahiflikte ve yalın bir şekilde çekmek istiyorum. Beni çok heyecanlandırıyor bu hikaye.

 

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir