Aşkın Yalnızlıkla İmtihanı

!f İstanbul’daki gösterimi sonrası vizyon yüzü gören Love is Strange (Aşk Başkadır) sinemanın çok el atmadığı bir alanda sıcacık, duygusal ve eleştirel bir film olarak öne çıkıyor.

Ira Sachs insanların kendi halinde, küçük hikâyelerini kendine has bir sinema diliyle perdeye aktaran bağımsız sinemanın temsilcisi bir yönetmen. Love is Strange ise aşk kavramına yıllara meydan okuyan, hayatlarının sonbaharındaki iki aşığın homoseksüel ilişkisi penceresinden bakmaya çalışıyor. Ortaya çıkan sonuca baktığımızda; film hem eşcinsel sinema içerisinde özel bir yer ediniyor, hem de eşcinsel ilişki olgusuna önyargıyla yaklaşan seyircilerin dahi düşüncelerinde kırılmalar yaratabilecek denli gerçekçi ve inandırıcı bir anlatım tutturmayı başarabiliyor.

Love is Strange eşcinsel sinemanın çoğunlukla anlatmayı tercih ettiği yaş grubunun dışında orta yaş üstü iki erkeğin ilişkisine ve evliliklerine kamerayı doğrultarak ayrıksı bir noktadan hikâyesine başlıyor. Ben (John Lithgow) ile George (Alfred Molina) çok uzun yıllardır aynı evde sürdürdükleri birlikteliklerini evliliğe dönüştürme kararı alırlar. Zaten daha filmin başında karakterlerimizi tanımaya fırsat bulamadan koştura koştura nikahlarına gittiklerini görüyoruz. Seyirci olarak bu ayrıntıdan çiftimizin hayatı çok ciddiye almadan, özgürlüklerine önem veren bir yapıya sahip olduklarına dair izlenimler edinmemiz mümkün. Nikah sonrasında evlilikleri mutluluktan öte hüzünden ve sıkıntıdan beslenmeye başlıyor. Filmin tamamına yayılan modern hayat eleştirisine kilise üzerinden ahlaki ikiyüzlülüğe yönelttiği eleştiriler ekleniyor. Çiftin ilişkisini bilmelerine rağmen herhangi bir somut olumsuz girişimde bulunmayan kilise, ilişki yasal bir zeminle buluştuğunda yani “adı konulduğunda, görünür olduğunda” karşı durulması, ilişiğin kesilmesi gereken bir birliktelik olarak kodluyor. Sonuçta işinden kovulan George’a ve ekonomik sıkıntılardan dolayı evlerinden çıkmak zorunda kalan çiftimize olanlar oluyor. Evlerinden de olan çiftimizden Ben yeğeninin yanında, George ise eşcinsel ilişki yaşayan genç polis arkadaşlarının evinde geçici süre için yerleşiyorlar. Filmin asıl odağına aldığı olaylar da bu ayrılık sonrası yaşananlar oluyor.

Yönetmen hikâyesini birbiriyle paralel akan iki farklı koldan işlemeyi tercih ediyor: Çiftin ilişkilerinin ayrılıkla imtihanına daha az yer verirken, karakterlerin başkalarının evinde yaşadıklarına, girdikleri ruh hallerine daha yoğun bir şekilde eğiliyor. Yönetmenin tercih ettiği sakin, kendi halinde anlatım ritmi aynı zamanda çiftin uzun yıllara yayılan olgunlaşmış ilişkilerinin yaşam dinamikleriyle de uyumlu bir dinginlik yaratıyor. Aynı zamanda bu ritm hem karakterlerin birbirlerinden ayrı hem de başka hayatlara ‘yük’ oldukları yapayalnız ve çıkışsız ruh hallerinin de nefes alış veriş ritmi oluyor. Ben’e istemeden de olsa yabancısı olduğu evin içerisinde her daim yük olduğu hissettirilirken, George ise her ne kadar misafirperverlik adına herhangi bir olumsuz geri dönüşle karşılaşmasa da alışık olmadığı bir hayat tarzı karşısında ne kadar yalnız olduğunu hissediyor sonuna kadar. Bu noktada yönetmenin iki karakterin de mutsuzluğunun asıl kaynağı olarak birbirlerinden ayrı olmaya karşı savunmasız olmalarını hem fazlasıyla sade hem de yürek parçalayacak denli vurucu ve doğal sahneler aracılığıyla öne çıkarması seyircinin hikayede varolan “Aşk”ın büyüklüğüne olan inancını arttırıyor.
filmarası-love-is-strange-3

Filmin modern hayata ve insanlar arası ilişkiye getirdiği eleştiriler ise sert olduğu kadar kimi belirsizlikleri de içinde barındırıyor. Kate ve oğlu Joey’nin Ben’den rahatsız olmaları en basit şekliyle “hanedeki yabancı”ya karşı duyarsız bir tutum olarak eleştiri konusu olmasına karşın, özellikle Kate’in duruşunun yorumlanması açısından kimi belirsizlikler olduğu söylenebilir. Nikah sonrası evde verilen davette Ben’i sadece ‘uzaktan’ tanıyan Kate’in övgü dolu sözlerine karşın aynı evde yaşamaya başladıktan sonra tam tersi yönde tavır alması karakterin sahte ve ikiyüzlü duruşunu öne çıkartan bir karşılaştırma oluyor. Ailemizin dışındakilerle hayatlarımız/menfaatlerimiz kesişmediği sürece gayet tıkırında giden ilişkilerin hayatların birbirine temasıyla beraber nasıl bir çehre değiştirdiğine yönelik gayet açık ve sert bir eleştiri oluyor aynı zamanda. Amma velakin Kate’in kimi anlarda aldığı tavrın iyi görünümlü kötü, kötü görünümlü iyi gibi bir belirsizliğe sahip olması karakterin de tepkisini flulaştırıyor, eleştirinin boyutu konusunda kararsız kalınmasına yol açıyor.

Love is Strange kurulan atmosfer, dingin anlatım ve türdeş konulara yer vermesi bakımından Mike Leigh’nin Another Year ve Alexander Payne’in Nebraska filmlerini akla getiriyor. Hem karakterlerinin yalnızlıkla girdikleri imtihan, hem de başkasına yük olma hali bakımından aralarında benzerlikler kurmak mümkün.

Yönetmen, “Aşk”ı ve “İlişki”yi bedensel bir formdan öte duygudaşlık, hayat arkadaşlığı boyutuyla ele almayı tercih ediyor. Özellikle ranza sahnesi çiftin arasındaki bağın “Aşk”ın sınırlarını da aşarak birbirilerinin yaşam nefesi olma, birbirlerine muhtaç olma halini göstermesi bakımından çok kilit bir yerde duruyor. Ayrıca yönetmen rahatlıkla “kontrolünü kaybetmiş aşırı duygusallık çizgisine” kayabilecek hikayeyi gayet dengeli ve olgun bir anlatımla ajitasyonun sınırlarından çok az hasarla kurtarabiliyor. Filmin kimi anlarında ‘yaşlıların yalnızlık dramı’ düzeyiyle flört ettiğini ama kalesini başarıyla koruduğunu, birkaç golle final yaptığını söyleyebiliriz. Fakat yönetmen film boyu korumaya çalıştığı dengeli tutumu bir yana bırakırcasına finali gereksiz bir didaktizme teslim ediyor. Hatalardan ders alma konulu bir kamu spotu olarak görülebilecek final ve daha da ötesinde merdivendeki uzun plan kesinlikle filmin bütünlüklü yapısının dışında, filme ait değilmiş gibi duruyor.

Love is Strange orta yaş üstü iki erkeğin evliliği gibi sinema tarihi için bakir bir sahaya girerek cesur bir adım atıyor olsa da, odağına evlilikten ve aradaki ilişkiden öte karakterlerin yalnızlıkla ve birbirlerinden ayrı olmakla verdikleri mücadeleyi yerleştirerek tam anlamıyla bir ilişki filmi ünvanına sahip olamıyor. Böylesi zengin malzeme içeren bir konuda tamamen ilişkiyi merkezine alan bir filmin çok daha cesur bir adım olacağı notunu düşmek ise aynı zamanda filmin de bu konuda küçük çaplı bir hayal kırıklığı yarattığının da başka bir ifadesi oluyor.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir