Kasvetin Çıkmaz Sokaklarında

Distopik bir atmosfer tasvirinin ürkütücü damarına gereken özeni göstermediğiniz vakit, yüzeysel debelenmelerin arasında sıkışıp kalınabiliyor. Michael Haneke acımasızlığını, Terry Gilliam mizahıyla soslandırıp, trajikomik bir distopya çabası içerisine giren Yunan asıllı yönetmen Yorgos Lanthimos’un son filmi “The Lobster”, yalnızlığın yasak ve ağır yaptırımlara tabi olduğu belirsiz bir zamanı resmediyor.

Görüntü yönetimindeki başarı ve boğucu anlardaki soğuk dekorasyon, istenilen dehşet ortamını sağlıyor aslında. Bununla birlikte yalnızlığın katı kurallarının karşısına, birlikte olmanın şiddetle cezalandırıldığı bir ortamı ikame ederken izleyiciyi, distopik ambiansın çıkış noktalarına sürükleyecek bir dil oluşmuyor. İki karşıt görüşün tatmin edici düzeyde çatıştırılamayışından ötürü neyin iyi neyin kötü olması gerektiğine dair herhangi bir fikir oluşmuyor. Kasvet kokan bir ortamdan, savrulup giden olaylar geçidine evriliyor film. Karar oluşum süreçlerinden aksiyon alımına kadar, eksikliğini hissettiren bir şeyler var sanki.

Tam 45 günlük zaman zarfında bir eş bulamadığı taktirde kendi seçtiği bir hayvana dönüştürülecek olan David, fiziksel olarak hiç değişmediği ve 100 yıldan fazla yaşadığı için ıstakoz olmayı tercih ediyor. Otelde birbirleriyle tanışan çiftlerin gönüllü birliktelikten ziyade zaruri bir uyum içerisinde olmaları göze çarpıyor. Olası çatışmalara karşı alınan özgün önlemler, kutsanan bir yaşamı duygusal dejenerasyon yoluyla ayakta tutma çabası olmaktan öteye geçemiyor. Düzenİ korumak adına başvurulan acımasız yöntemler karşısında çiftlerin birbirlerini hemen satışı, samimiyetten uzak birliktelikleri temsil ediyor. Colin Farrell ile hayat bulan David karakteri de, tedavi maksadıyla götürüldüğü otelde tanıştığı kalpsiz partnerinin çılgınlıklarına karşı sahte bir tutum sergiliyor. Partnerindeki kayıtsız şiddet, sadist bir mizahla yoğruluyor. Fakat teslim bayrağını çekmiş olmaktan ötürü karşı safa katılma kararı alması, film için bir dönüm noktası olmaktan ziyade benzer olayların cephe değişimine yol açıyor sadece. Ormanda tanışıp aşık olduğu kadınla yaşadığı ilişkiler, çıkmaz sokaklara boğulan bir atmosfer içerisinde, konuya dahil olmanın kıyısına dahi yaklaşamıyor. Kelimelerin tükendiği noktada iki aşığın mimiklerle anlaşma dili oluşturulmuş olması dahi genelin içerisinde bir anlam ifade etmiyor.

Filmin acımasız yüzünün ağırlıklı olarak kadınlarla temsil edilmesi dikkat çekici. David haricindeki erkek karakterlerin neredeyse hiçbir etki gücü oluşturmuyor olmasına karşın otel ve ormandaki feminen renk kendini hemen belli ediyor. Bütüne baktığımızda ise “Sineklerin Tanrısı” romanında çocuklar üzerinden yapılan “özümüz kötü” vurgusunun, birkaç münferit iyilikle süslenmiş haliyle izliyoruz.

Finaldeki arabesk eylem teşebbüsü, izleyiciye sıradan bir tercih hakkı tanıyor sadece. Bütüne dair herhangi bir etkisi yok. Oyuncu ve mekan seçimi, görüntü yönetimi ve gergin müziklerin oluşturduğu uygun saha koşulları, (özellikle finalde iyice belli olan) kararsız hamlelerle birlikte söylemden hecelemeye kadar düşürüyor meyvesini.

Lanthimos’un özenle tasarladığı kadrajlarına, izleyiciyi beraberinde sürükleyecek bir ivme katmış olması gerekirdi. Zira insani zaaflarımızı fazla savrulmadan, taşı gediğine koyar şekilde aktarmaya çalışmak her zaman daha etkili olmuştur.

PAYLAŞ

1986 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldu. Öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli film atölyeleri ve akademi çalışmalarına katıldı. Çeşitli kurumsal firmalarda sürdürdüğü profesyonel iş yaşantısı ile birlikte 2012 yılından bu yana Film Arası Dergisi’nde film kritikleri ve çeşitli sinemasal araştırmalar yazmaktadır. Aralık 2013 döneminden itibaren derginin Yayın Kurulu Üyesi’dir. İngilizce bilmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir