Dil’in Kaybı Üzerine Sessiz Bir Film

Unutma Beni, Alzheimer hastalığına yakalanan dilbilim profesörü Alice Howland’ın hem kendisinin hem de ailesinin mücadele sürecine yoğunlaşmaya çalışan bir film.

Lisa Genova’nın aynı adlı romanından uyarlanan Unutma Beni (Still Alice, 2014) Richard Glatzer ve Wash Westmoreland ikilisinin Bakire ve Hamile (Quinceañera, 2006) ve 2013 yapımı The Last of Robin Hood’un ardından çektikleri üçüncü ortak çalışmaları. Üniversitede çok saygın bir dilbilim profesörü olan Alice Howland’ın kendisi gibi öğretim görevlisi olan eşi John (Alec Baldwin) ve üç çocuğuyla neredeyse gıpta edilesi bir hayatı vardır. Tiyatrocu olmak isteyen Kristen Stewart’ın can verdiği küçük kızıyla aralarında seçtiği mesleğin geleceğinin yarattığı kimi sıkıntılar olsa da, en nihayetinde önemli bir kariyer ve mutlu bir aile tablosundan bahsedilebilir. Büyük kızı Anna’nın daha anaç ve baskın hatta kibirli bir karaktere sahip olduğu olduğu söylenebilecekken, erkek çocuk Tom hikaye içerisinde tam anlamıyla bir ‘boşluğu’ temsil ediyor. Tom’u rahatlıkla hikayenin etkisiz elemanı olarak işaretleyebiliriz; ki kendisini filmden çıkardığımızda toplamda herhangi bir değişikliğin olmadığını rahatlıkla görebiliriz.

Unutma Beni’yi Alzheimer üzerine sinema tarihinde onlarcası yapılmış filmler arasında ayrı bir konuma oturtan özelliklerinden birisi ele aldığı karakterin ‘dilbilim’ profesörü olması. Alzheimer’ın beraberinde getirdiği hafıza kaybı, küçük unutkanlıkların baş göstermesi, hastalığın ilerleyen aşamalarında dildeki işlev kaybı ve tanıma fonksiyonlarındaki bozulmalar gibi semptomların işaret ettiği üzere ‘dil ve bellek’ ile negatif manada ilişkili bir hastalıktan bahsediyoruz. Alzheimer, Alice gibi kariyerini ‘dil’in kullanımı, dilin antropolojik yapısı ve gelişimi, dilin yaşam içerisindeki önemi gibi konuları araştırma-geliştirme üzerine bina etmiş bir karakter için kabullenilmesi, alışılması ve mücadele edilmesi daha zor bir hastalık. Bu savı farklı bir açıdan desteklemek amacıyla, film içerisinde doktorun aktardığı üzere; eğitim düzeyi yüksek kişilerin daha sık başvurdukları yaratıcı yöntemlerle zihinsel süreçlerini baskı altında tuttuklarından hastalığın teşhisinin geciktiği ve daha hızlı etkisini gösterdiğine ilişkin bilgilendirmeyi de örnek verebiliriz. Yönetmenler de film içerisinde sık sık Alice’in kelimeler ve anlamlar üzerinden hastalığının gelişim sürecini ölçmeye çalıştıkları detaylara yer vererek, bu, aralarında güçlü bir bağ olan ve işlemesi zengin sahaya katkı sağlıyorlar. Aynı şekilde Alice’in yazdığı hatırlatma notları da kendisinin dil ile gitgide kopmaya başlayan bağlantı hatlarına yaptığı geçici destek işlevi görüyor. Karakterin son aşama olarak dilde yaşadığı işlev kaybıyla (afazi) beraber hastalık, dil ile olan bağın fiziki olarak kesildiği farklı bir aşamaya geçiyor. Zaten filmin genel seyrine baktığımızda, dil üzerinden anlatılan bölümlerin tür içerisinde farklı bir işleniş tarzı olarak önemsenmesi gerektiği sonucuna ulaşılırken, Alice’in ailesinin hastalıkla mücadele tarafında kimi sıkıntıların baş gösterdiği söylenebilir.filmarasi-still alice-beni unutma-2

Yönetmenlerin takdir edilesi ikinci tercihleri ise sinema tarihinde sıkça ajitasyona maruz bırakılan hastalık süreci ve aile dramı klişelerinin kolaycılıklarına çokça yakalanmadan, daha sakin ve sürece gözlemci olarak yaklaştığı bir tavrı benimsemeleri. Fakat bu ‘sakin’ tarzın biraz fazla sakin olmasından kaynaklı hikâyenin etkileyiciliğini törpüleyen alt perdeden anlatımı, ortaya kısaca ‘sınırlarını belirlemiş, etki gücünü kısıtlamış’ bir film çıkmasına neden olmuş. Hikaye içerisinde önemli bir paya sahip ailenin hastalıkla mücadelesi ve Alice ile ilişkileri, net ve derinlikli çizilememiş yan karakterler dolayısıyla güçlü bir etki seviyesine ulaşamıyorlar. Büyük kızın sadece birkaç sıfatla özetlenebilecek karakterinin en etkili kullanıldığı yer annesinin hastalık genetik mirasının kendisine kalması oluyor. Hikaye içerisinde dramatik olarak daha etkin bir şekilde kullanılmak için önemli bir potansiyel taşıyan ‘genetik miras’ mevzuu neredeyse sıradan bir aile toplantısıyla geçiştiriliyor. Aynı şekilde Alice’in aralarında belki de kuşak farkından kaynaklı sorunlar olduğu küçük kızıyla hastalığın ilerleme süreciyle beraber aralarında güçlü(!) bağların oluşmaya başlaması da perdeye inandırıcı ve dönüştürücü biçimde yansımıyor. Hastalık süreci aile içerisinde kimi üyeleri birbirine yaklaştırırken, kimilerini de uzaklaştırır çıkarsaması güçlü dramatik malzemeyle desteklenmediği için fazlasıyla didaktik ve kolaycı bir yaklaşım olarak kalıyor. Son olarak eşi John’nun hastalık sürecine verdiği tepkiye baktığımızda öncelikle karşımıza harika oynayan bir Alec Baldwin çıktığını söylemeliyiz. Karakterinin üzerine oturtulmaya çalışılan ikircikli davranış yapısının özellikle karakterin temsil sürecinde kafası karışık bir portrenin ortaya çıkmasına neden olduğu tespiti yapılabilir. Karakterin hastalık sürecinde Alice’in destekçisi olarak yanında mı yoksa hastalığı bir yük olarak görüp ondan uzakta mı yer almaya çalıştığına dair net bir tespitin yapılmaması, karakterin motivasyonunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda seyirciyi kararsız bırakıyor.

Geçtiğimiz hafta vizyona giren Yaban (Wild) filminde Reese Witherspoon’un Oscar adayı olmasına karşı etki gücü zayıf performansını gördükten sonra, aynı yarışta rakibi olan Julianne Moore’un performansı daha da merak edilir olmuştu. Bu sene Oscar’ın en önemli favorilerinden birisi olarak gösterilen Moore’un performansının kanımca Oscar’ı kesinlikle hak etmediğini söyleyebilirim. Julianne Moore’un filmde başarılı bir oyunculuk sergilemesine karşın, özellikle senaryonun karakterin sınırlarını çizdiği kısıtlı alan ve karakterin belli bir eşik değerin üzerine çıkmaması için devamlı dizginleyen yapısı gereği oyuncudan tam performans alınmadığı vurgulanabilir. Bu nedenle fazlasıyla düz, karakterin ruh halinin katmanlarını seyirciyle zengin bir biçimde buluşturamayan, hastalığı karşı geliştirdiği kabullenmeyişi ve sonraki aşamalarında meydana gelen yıkımı güçlü biçimde yansıtamayan performansı nedeniyle ‘hafızalara’ kazınmayan bir oyunculuk ortaya çıkıyor. Sinemanın belleği bu denli kendini öne çıkartamayan, ortalama sayılabilecek oyunculukları unutma konusunda çok başarılı; maalesef bu da mesleğin doğasının değişmez ve hiç unutmadığı kuralı.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir