Bağımsızlara Kısa Bir Bakış – Vol. 2

!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali kapsamında seyrettiğim filmlere kısa kısa bakış attığım dosyanın ikinci bölümünde vasatla iyi arasında kendilerine yer bulan filmlere değindim.

Boreg / Ben Gibi
Filmin Puanı: 6/10

filmarası-Boreg

Shira Geffen’in yönettiği Boreg, Filistin-İsrail çatışmasını yoğum metaforik kullanımlar eşliğinde ele almaya çalışan bir yapım. Zaten filmin de başına ne geliyorsa bu metaforik kullanımdan geliyor denilebilir. Filistinli Nadine İsrail’de bir mobilya fabrikasında paketleme bölümünde çalışmaktadır. İsrailli Michal ise ülkenin önde gelen modern sanatla uğraşan kadınlarındandır. Film Michal’ın yatağının kırılması sonrasında Nadine’in çalıştığı mobilya markasından sipariş vermesiyle aralarında Innarituvari bir bağlantı kuruluyor. Sınır bölgesinde yaşayan Nadine’in her gün sınırdaki çilekeş denetimleri geçerek işine gitme çabası İsrail askerinin (özellikle Nadine ile aynı yaşlarda kız askerlerin) önyargılı düşüncelerini göstermesi açısından önemli, zaten yönetmen de bu sahnelere sık sık yer veriyor. Hatta finale doğru kız askerdeki olumluya dönen değişimi de görebiliyoruz. Nadine’in ailesinin olabildiğince klişe bir yobaz zihniyete bağlılıkta çizilmesi ise Filistin tarafına yöneltilen eleştiri okları oluyor. Yönetmenin hikâyesinin merkezine oturttuğu Nadine ve Michal, içinde yer aldıkları toplumların aykırı yüzlerini temsil ediyorlar. Michal modern sanat ve enstalasyonlar alanında çalışan, özellikle özgürlük ve beden üzerine sanatını yapılandıran bir karakter. Nadine ise ‘ısrarla’ geri kaldığı imlenen kültürü içerisinde inatçı yapısı, Batı müziği dinlemesi ve özgür bir şekilde duygusal ve cinsel ilişki yaşaması hasebiyle akışın tersine gitmeyi ‘ısrarla’ sürdüren bir karakter. Bu açıdan bakıldığında yönetmen Geffen güçlü portreler çizme potansiyeli taşıyan karakterler üzerinden bir dramatik yapı kurmaya çalışıyor. Fakat kağıt üzerinde güçlü gözüken bu tablo, yönetmenin tercih ettiği zorlu sinema dilinin üstesinden tam manasıyla gelememesiyle perdede aynı etkiyi yaratamıyor.
Nadine’in hikâyesi karakterin de güçlü çizimi yardımıyla etkin bir içeriğe sahip olabiliyor. Hem ailesiyle yaşadığı çatışmayı hem de yaşadığı toplum içerisindeki aykırı duruşunu güçlü hamlelerle, yan faktörlerle destekleyerek gerçekçi bir portre çizilebiliyor. Buna karşın Michal’ın perdede gözüktüğü ilk sahneden itibaren kafa karışıklığı-hafıza kaybı-benlik bunalımı olarak benim de tarif etme konusunda içinden çıkamadığım yabancılaştırıcı tavırları illa ki yönetmenin simgesel anlatımı içerisinde bir yerlere oturuyordur (!) Fakat Michal’ın Nadine ile sınır bölgesinde karşılaştığı ana kadar geçen uzun zaman diliminde tam olarak neyi temsil ettiği hususundaki belirsizlik ikili arasında kurulan bağlantıda büyük kopukluklara neden oluyor. Doğru hatta güçlü kurulamayan bağlantı karakterler karşılaştıktan ve birbirlerinin yerine geçtikten sonra iyiden iyiye bir belirsizliğe ve kafa karışıklığına doğru meylediyor. Yönetmen toplumlar hakkında oluşturulan ve sarsılmaz bir katılıkla güçlendirilen önyargıları karakterlerini birbiri yerine geçirerek ve refah yaşam-intihar bombacılığı karşıtlığı üzerinden ters yüz etmeye çalışıyor. Maalesef ki bu değerli çaba sağlıklı bir şekilde oluşturulamayan karakteri ve kurulamayan çatışma unsurlarıyla sahip olduğu potansiyel etkiyi yaratamıyor.

A City Is An Island – Bir Şehir, Bir Ada
Filmin Puanı: 6,2/10

filmarası-A City Is An Island

Montreal müzik sektörü içerisinde çok özel konuma sahip bir merkez üssü olarak bilinir. Milyonları peşinden sürükleyen, konserleri dolup taşan, medyanın ilgi odağından bir an olsun ayrılmayan pop starların ve onları dünya piyasasına sunan dev müzik sektörünün tam aksi yönde ‘tamamen’ bağımsız ve özgün müzisyenlere kapılarını açan bir yer Montreal. Mac Demarco, Spencer Krug, Patrick Watson, Colin Stetson ve Tim Hecker gibi icra ettikleri müzikler çok farklı olsa da bilinçli bir şekilde ana akım dışında kalmayı seçen, özgün müzisyenlerin kendilerini tamamen müziğe adayarak yaşamlarını sürdürdüklerini gösteriyor bize yönetmen Timothy George Kelly. Ayrıca seyirciye icra edilen müziğin bağımsız ruhunun ayrıntılarını göstermek için “mekânı” önemli bir yardımcı faktöre dönüştürüyor. Müzisyenlerin çok büyük ekonomik yetersizlikler içerisinde müzik yapmak için seçtikleri (mecbur kaldıkları) metruk, akustik donanımı olmayan antrepolar ile zar zor sığdıkları evler ‘mekansal’ olarak ilginç bir etki yaratıyor seyirci üzerinde: Bir yandan müzisyenler müzik yapabilmek uğruna katlandıkları sıkıntılara rağmen kararlılıklarını, gösterdikleri çabayı çok değerli bulabiliyoruz. Öte yandan ise bu arkaiklik ve geleceği belirsizlik fazlasıyla ilgi çekici ve alternatif bir atmosferin de doğmasına neden olabiliyor. Müzisyenlerin hem gayet doğal röportajları hem de performanslarıyla dahil oldukları belgesel, onu edindiği müziklerin tarzı uyarınca yer yer deneysele kayan bir biçimi benimsiyor. Tabi ki bu tercih olumlu anlamda biçim-içerik uyuşmasını da sağlıyor.
Yönetmenin Montreal şehrinin hem kültürel hem de dil bağlamındaki çeşitliliğinin hep lanse edilen “birbiriyle sorunsuz, çatışmasız uygar yaşam” etiketinin altındaki derin toplumsal ayrımcılıkları dile getirmesi, belgeseli de sosyoekonomik bir zemine oturtuyor. Müzisyenlerin ekonomik darboğazda olmaları işlerini güçleştirirken müzik piyasasının iplerini elinde tutan Anglosakson kültürden yapımcıların ciddi bir uyruk ayrımcılığını sahiplenmeleri, müzisyenlerin asıl olarak büyük resimde hareket alanlarının ne denli kısıtlandığını göstermesi açısından önemli bir ayrıntı. Yönetmenin bu soruna belgeselde çok büyük bir pay ayırması, kimi yerlerinde müziğin de önüne geçirmesi odak kaydıran bir tercih oluyor. Hatta bazı anlarda belgeselin müzik üzerine mi yoksa Anglosakson-Frankofon tarihi ve aralarındaki ilişki hakkında bir belgesel mi olduğu konusunun seyirciyi ikileme düşürmesi muhtemel.
Tüm olumsuzluklarına karşın belgesel sonunda seyircide sırt çantasını alıp Montreal’e giderek her biri birbirinden farklı, renkli ve müzik felsefesi bağlamında derinlikli müzisyenlerin yine kendilerine has mekânlardaki performanslarını canlı canlı izleme isteğini feci şekilde uyandırıyor, bu bile çok değerli.

Cavalo Dinheiro – At Parası
Filmin Puanı: 6,5/10

filmarası-cavalo dinheiro

Pedro Costa seyirci olarak kanıksadığımız klasik anlatı sinemasına hiç pas vermediği sinemasının son örneğiyle festival seyircisiyle buluştu. Ustanın eserleri resim, fotoğraf, sanat tarihi gibi disiplinlerle çokça ilişkili kurmacayla belgesel arasında özgün bir yerde durur. Cavalo Dinheiro’da aynı formu sahiplenen bir film. Portekiz’in hem tarihiyle hem de bugünüyle yüzleşmesini sert bir eleştirel tonda yapan film, Ventura adlı mahkumu filmin merkezine yerleştiriyor gibi gözükse de, ülkenin karanlık siyasi tarihinin mağduru olan insanlığa seslenmeyi hedefliyor, bu çabasını kısmi olarak da başarıya dönüştürebiliyor. Yönetmen film boyu olabildiğince karanlık, depresif, acıyla örülü (hatta gereğinden fazla görselleştirilmiş haliyle), çıkışın olmadığı bir dünyayı kameraya alıyor Karakterlerden koparılıp alınmış geçmişe sık sık atıfta bulunan diyaloglar, hayatları baştan aşağı değiş(tiril)miş siyasi mağdurlar başlarına gelenlere ağıt yakıyorlar birer birer. Filmin umuttan çoktan umudunu kesmiş atmosferi yönetmenin oldukça rafine minimal anlatımıyla bütünleşince seyirci açısından hem duygusal olarak hem de biçimsel olarak zorlayıcı olduğu kadar ders çıkarılası da bir deneyime dönüşüyor. Filmin seyirciyle özdeşleşmek şöyle dursun tam aksi yönde kendi yarattığı evrenin giriş anahtarlarını dahi göstermiyor bizlere. Seyirci müdahil olamadığı bir işkence seansını deneyimliyor bir bakıma, hikâyenin mağdurlarının yaşadıklarının binlerce kat daha yumuşatılmış haliyle. Fakat bu noktada filmin seyrini zorlaştırdığı gibi olumsuz bir öğeye de dönüşen “acının yansıtılma dozunun” aşırılığı tartışmaya açık bir sınıra dayanıyor. Mahkûmiyeti süresince çeşitli hastalıklara yakalanan Ventura’nın yakalandığı kas hastalığı nedeniyle yakalandığı titremeyi ve genel olarak ölümle dip dibe yaşadığı halini vermek istediği eleştirel mesajın kavranış süresini aşan bir ısrarla seyirciye göstermesi bir süre sonra acının pornografisine dönüşme potansiyeli taşıyor. Ayrıca bilinçli bir şekilde hapishaneye çevrilmiş kısıtlı mekânlarda yine kısıtlı sayıda karakter arasında geçen hikâye bir süre sonra kendi kendini tekrar etmeye başlıyor. Yönetmen seyirciyi karakterlerin yaşadığı insanlık dışı atmosferle baş başa bırakmak isterken, filmin süresinin uzunluğunun bir handikaba dönüşmesine engel olamıyor, zaten bu süreyi taşıyabilecek malzeme zenginliğine de sahip değil.
Jacques Ranciere’in Pedro Costa sineması için söylediği “Belgesel gerçekçiliği ve kurmacanın destansılığı arasındaki fark kalkmaktadır.” tespiti Cavalo Dinheiro için de geçerli olmasına rağmen yönetmenin bazı anlarda iki tür arasında sıkıştığını, karar sorunu yaşadığını da not etmek gerek.

Goodnight Mommy – Ich Seh, Ich Seh
Filmin Puanı: 6,8/10

filmarası-Ich Seh, Ich Seh-2015

Severin Fiala ve Veronika Franz’ın birlikte yönettikleri film festivalin ‘Sürpriz Film’ başlığı altında sunduğu bir yapımdı. Festivalin tanıtım broşüründeki ifadelerden filmin salon boşalttıracak, seyircilerin bakmakta, dayanmakta zorlanacağı denli sert bir yapım olabileceğini çıkartabiliriz. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyerek filmin kesinlikle reklam edilen sertlik düzeyine ulaşamadığını not düşelim. İşin daha ilginç tarafı ise filmin bu şiddet boyutundan başka meziyetlerine daha ağırlıklı eğilerek asıl olarak gerilim yaratabilme adına değerli adımlar attığı söylenebilir. Filmi izleyenlerin çoğunun finale doğru ortaya çıkan şiddeti öne çıkartacağı, filmi tür içerisinde bu yönüyle başarı kantarına oturtacağı açık olmasına karşın, yönetmenin şiddet öncesi uzun süreçte atmosfer yaratma adına önemli tercihlerde bulunduğunu söylemeliyiz.
Geçirdiği kaza sonucu yüzünden estetik ameliyatı olmuş, yüzü sargılar içerisindeki bir anne ve iki küçük çocuğunun şehrin dışındaki yazlık evlerinde geçirdikleri sürece odaklanıyor film. Filmin yapımcılarından Ulrich Seidl’ın sinematografisini akla getiren görsel tercihleri ve mizansenleriyle etkili, kesif ve gizli bir gerilim barındıran bir atmosfer kurarak başlayan film, dakikalar ilerledikçe Seidl’ın sinemasında yoğunlaştığı meselelere yakın konular üzerinden bir hikâye çatısı kuruyor. Yüzü sargılarla kaplı ve davranışları önceki gibi olmadığı için çocuklarında şüpheler uyandıran bir anne ile çocukluklarının en büyük hediyesi olan özgürlükle, tabiatı keşfetme çabalarıyla, kendilerine ait bir evren yaratma arzularıyla dolu olan çocukları ciddi anlamda bir çatışmanın tarafları olmak için güçlü iki seçenek. Toplumdan yalıtılmış gibi duran, üst sınıfa ait bir yazlık evin ve tabiatla iç içe bir yaşamın anne ve çocuklarla kurduğu ilişkiler bakımından da ilgi çekici malzemeler barındırıyor. Çocuklar ne kadar evin dışında, doğayla baş başa bir hayatı kovalıyorlarsa, anne o denli insanlardan uzak, evine hatta odasına kapanmış, saklanmış bir hayata sığınıyor. Çocukların doğada geçirdikleri zaman ne kadar çocukluğa, mutluluğa, arayışa aitse, evde geçirilen zaman o denli bir anlaşmazlığın, bilinmezliğin, tedirginliğin atmosfere hakim olduğu küçük çaplı bir psikolojik cehenneme dönüşüyor. Anne çocukların hayatına ne kadar az müdahil oluyor gözükse de, perdede gözüktüğü her sahnede alttan alta bir şiddeti çocukların üzerine saldığı etkili bir şekilde fark edilebiliyor. Yönetmenlerin ağır kanlı, milimetrik ve taraflar arasında karşıtlık yaratmaya dayalı kamera kullanımı ve oluşturdukları mizansenler seyirciyi finale doğru meydana çıkacak yoğun şiddet sahneleri öncesinde gerilimin temelini atıyor. Film bu gerilim yapısını inşa etme çalışmasını göze batmayan, usul usul artan bir şiddette yaparak olgunlaştırdıktan sonra seyircide “her an bir şey olabilecekmiş” hissiyatını gayet güçlü biçimde verebiliyor. Filmin kesinlikle en büyük başarısı gerilimi hikayeye ve karakterler arası ilişkiye hem sinematografik hem de yaratılan karşıtlıklar açısından doğru bir biçimde yayabilmiş olması denilebilir.
Film gerilimi hikayeye usul usul yerleştirirken, şiddeti ise gitgide artan bir düzeyde seyircinin üzerine boca ediyor. Filmin sonlarına doğru ortaya çıkan sürpriz karakterlerin motivasyonlarını daha da yerli yerine oturturken, şiddetin dozajının da iyi ayarlandığı belirtilebilir. Filmde salon boşalttıracak denli şiddet sahneleri olmasa da seyircisine göre gözlerin kaçırıldığı sahneler olabilir. Filmde finale doğru şiddetin uygulayıcısı konumunda çocukların olduğu göz önüne alınırsa, ortaya çıkan şiddetin ‘bir çocuğun tasarlayabileceği düzeyde, ilkellikte ve amatörlükte’ olması çok önemli bir detay olarak öne çıkartılmalı. Her ne kadar bazı şiddet uygulamalarının bu kapsam dışında kalıp, inandırıcılığı zedeleme ihtimali olsa da özenli bir tasarım yapıldığını göz önünde tutmalıyız.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir