Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinde bugün dördüncü ayı geride bırakıyoruz. Bu hafta ağırlayacağım konuğum, ülkemizdeki kısa metrajlarda pek sık rastlama fırsatı yakalayamadığımız korku türünün örneğini veren bir yönetmen olacak. Uzun metrajda her yıl onlarcası çekilen korku sinemasına dair örneklere çok sık rastlıyoruz. İş kısa metraja gelince bu bolluğun yerinde yerler esiyor ve tür sineması anlamında şimdilik istenen seviyede değiliz. Buna karşın tüm imkanları zorlayıp bu az rastlanan türlerde filmler çeken yönetmenler de yok değil. Bugünkü konuğum da onlardan biri olacak. Serinin bu haftasında üzerine konuşacağımız kısa film, bir dublaj sanatçısının Anadolu ve Yunanistan’ın gizemli tanrıçalarından biri olan Hekate’yi konu edinen bir belgeseli seslendirirken söylediği sözler nedeniyle Hekate’yi çağırmasıyla gelişen olayları konu edinen Söylediklerine Dikkat Et olacak.
Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim, Söylediklerine Dikkat Et filminin yönetmeni Buğra Mert Alkayalar olacak.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
***NOT: Film şu an için Vimeo’da yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Buğra Mert Alkayalar?
5 Haziran 1998 yılında doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Tekirdağ’da tamamladıktan sonra Anadolu Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nde lisans eğitimimi tamamladım. Dört senelik eğitimim süresince öğrendiklerimi uygulamaya dökerek çeşitli kısa film projeleri gerçekleştirdim ve film festivallerine katıldım. Aynı zamanda da seslendirme/dublaj üzerine sektör profesyonellerinden eğitim aldım. Şu anda da aynı şekilde çalışmalarımı sürdürmekteyim.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Senaryonun ortaya çıkış süreci yavaş yavaş gelişti ancak senaryo yaklaşık bir ayda tamamlandı. Filmi aynı zamanda bitirme projemiz olarak sunacağımız için hazırlık ve çekim için yaklaşık bir buçuk ay gibi kısıtlı bir süreye sahiptik. Sınıf arkadaşlarımdan oluşan ekibimle birlikte hızlı ve etkili bir çalışma eşliğinde çekime hazırlandık. Çekimlerimiz pandemi karantinasının hemen birkaç gün öncesine denk geldi. Bu sebeple endişe veren bir çekim süreci geçirdik. Dört günde çekimleri tamamladıktan sonra herkes memleketine gitti. Karantina süreci de başlayınca post prodüksiyon süreci yaklaşık üç ay sürdü. VFX, orijinal müzikler ve ses tasarımı için iki farklı sanatçı arkadaşımla uzaktan post prodüksiyon çalışmalarını tamamladık. Mayıs 2020 sonuna film hazır hale gelmiş oldu.
Korku-gerilim sinemasına ait filmlere uzun metrajlarda çok sık rastlıyoruz fakat kısa metraj filmlerde rastlamak pek kolay olmuyor. Bu noktada filminizde bu türe yer vermeniz de bir risk sayılabilir. Bu riski göze almaya sizi hangi faktörler itti?
Aslında kısa filmde korku-gerilim türleri oldukça yaygın fakat ne yazık ki ülkemizde böyle değil. Bizde kısa film denince akla daha çok dram türü geliyor. Haliyle sizin de söylediğiniz gibi riskli bir yola girmiş oluyoruz.
Ben çocukluğumdan beri korku ve gerilim türüne büyük bir ilgi besliyorum. Gizemli olanın bilinmeyenin çekiciliği beni cezbediyor sanırım. Sinemayı da daha çok sıradan olandan uzaklaşmak için daha uygun görüyorum. Hal böyle olunca yazdığım senaryolarda da gerilim, gizem ve korku türleri baskın oluyor.
Risk yönü ise sadece ülkemizde geçerli. Söylediklerine Dikkat Et Haziran’da başlayan festival sürecinden bu yana 20’den fazla uluslararası festivale seçildi (ki bunlardan bazıları senelerdir devam eden köklü korku festivalleri) ve bunlardan da beş farklı ödülün sahibi oldu. Ülkemizde ise yalnızca iki festivalde gösterim elde edebildi.
Ülkemizde çekilen korku türüne ait uzun metraj filmlere baktığımızda oldukça mütevazı bütçelerle çekilerek iyi sayılabilecek gişe rakamlarına ulaştığını görüyoruz. Siz filminizi çekerken bir kısa filmci olarak bütçesel anlamda zorluk yaşadınız mı?
Elbette, bir öğrenci olarak her kısa filmimde bütçe sorunu yaşadım. Yakın arkadaşlarımdan oluşan ekip üyelerimizle genel harcamalar için küçük bir bütçe oluşturduk fakat filmin geneli gönüllülük ile ortaya çıktı. İmkanları ve şartları bilerek ortaya bir eser koymak için uğraşmış olmak oldukça etkileyici. Özellikle bana güvenip bunca emeğini ve yeteneğini ortaya koyan herkese minnettarım.
Filme gelecek olursak ilk dikkat çeken noktalardan biri olayların dublaj stüdyosu ve karakterimizin evi olmak üzere tamamen iki kapalı mekanda geçiyor olması. Bu durum filmin atmosferini oluştururken size ne gibi kolaylıklar sağladı?
Açıkçası senaryoyu oluştururken ev dışında sıradan olmayan bir mekân olması için bir süre düşündüm. Elimdeki imkanlar ise her zaman senaryoyu şekillendiren yegâne etkenler olmuştur. Dublaj stüdyosu da ayarlayabileceğim ve normalin dışında bir mekân olduğu için senaryoyu şekillendirmiş oldu. Bu imkân için de Barış Günaydın’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Dublaj eğitimim sayesinde kendisiyle tanıştık ve dostluğumuz ortak projelere imza atmamızı sağladı.
Kapalı mekânda çekim yapmak elinizden geldiğince her şeye hakim olmanızı sağlıyor. Ancak ne yazık ki müstakil bir ev olmadığı sürece binadan ve dışarıdan gelen sesler çekimde oldukça sorun yaratıyor. Ayrıca korku filmi olunca ve ekipte çalışan kişi sayısı fazla olunca bazı izin problemleri de ortaya çıkıyor. Apartmandan şikayetler alabiliyoruz. Filmde çok yer kaplamıyor olsa da tramvayda çekim yapmak bizim için en zoru oldu. İzin alma aşaması kısa sürse de hareket halinde iken oldukça sarstı ve hem bizim için hem de yolculuk edenler için ilginç bir deneyim oldu.
Korku sinemamızda sıklıkla ve bıkmadan usanmadan kullanılan “cin” odaklı hikayelerin aksine siz korkuyu Anadolu ve Yunanistan’ın gizemli tanrıçalarından biri olan “Hekate” ile kurmuşsunuz. Bu tercihin altında yatan nedeni öğrenebilir miyiz? Sizin “Hekate” ile tanışmanız nasıl oldu?
Twitter’da Ahmet Türkan adlı hocamızın Hekate hakkında anlattığı birtakım ilginç deneyimleri vardı. Binlerce kişi tarafından da ilgiyle okunmuştu. Bir gece vakti okuduğumda beni de oldukça etkiledi. O zaman Hekate hakkında araştırma yapmaya başladım. Hem mitlerde hem de cadılığın temelinde olduğunu öğrenince etkilendim. Böylece bu konu hakkında bir senaryo yazmayı da düşünmeye başladım. Hatta flood’u bilenlerin fark ettiği bir ayrıntı var filmimizde. Filmde seslendirilen belgesel bu flood’ta anlatılanları içeriyor ve credits kısmında olan diyaloglar da tamamen buna gönderme niteliğinde. Açık açık koymaktansa bu şekilde hikâyeye dahil etmek istedim. Bu sebeple filmin başında gerçek olaylardan esinlenildiği yazıyor. Yani sırf korku filmi diye etkilemek için öylesine yazılmadı.
Ayrıca korku sinemamızdaki “cin” odaklı hikayeler ve filmler bende ters etki yarattığı için elimden geldiğince kendi projelerimde uzak duruyorum. Çünkü mitlerimizde keşfedilmeyi bekleyen birçok varlık mevcut.
Filmin karanlık atmosferi ve konusu dışında müzikleri de hikayenin anlatımına katkı sağlıyor. Müzik seçiminde nasıl bir yol izlediniz?
Müzikleri, görsel efektleri ve afiş tasarımını yetenekli dostum Seçkin Aktunç yaptı. Kendisiyle birçok filmimde çalıştık ve çalışacağız da. Genelde bildiğim korku filmlerinden senaryoya uygun gördüğüm müzik örneklerini kendisiyle paylaşıyorum. O da kendi yorumunu katarak bana örnekler yolluyor. Daha sonra ise belirlediğimiz örnekler üzerinden orijinal müzikler ortaya çıkıyor.
Elbette sessizlik de bazen sahneye çok şey katıyor, gerekli hale geliyor. Ancak ben müzik kullanımının bir sahneyi ve o sahnedeki duyguyu güçlendirmek için oldukça önemli ve gerekli olduğunu düşünüyorum. Sinema sadece görüntüden değil, görüntü ve sesin uyumlu bir kombinasyonundan oluşan bir hikâye anlatma sanatı. En azından benim için böyle.
Her ne kadar korku odaklı bir hikaye sunsa da alt metninde zorlu çalışma şartları ve çalışan hakları gibi sosyal sorunlara da değinmeden edemiyor film. Senaryoda bu ayrıntının da olması bilinçli bir tercih miydi yoksa dublaj stüdyosunda çalışan karakterin yaratımından sonra mı senaryoya eklendi?
Bunu fark etmiş olmanıza çok sevindim. Senaryo yazımında en baştan düşünülmüş bir ayrıntıydı. Bir korku filminin sadece korkutma amacıyla yapılmadığını göstermek için çabalıyorum. Bundan önceki filmlerimde de korku ve gerilim kısmı dışında sosyal problemlere yer vermeye çalıştım ancak ne yazık ki değerlendirilirken gözden kaçıyor. Ülkemizdeki festivallerde de değerlendirme sürecinde göz önünde bulundurulmadığını düşünüyorum. Ki filmde olan, Sinema-TV sektöründe sıkça yaşanan bir durum.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Ülkemizdeki şartlar ne yazık ki “sıçrama tahtası” olarak görmeye itiyor diye düşünüyorum. Özellikle bütçe bulmak veya bir yapımcı ile anlaşmak oldukça zor iken bir de kısa film yönetenlerin fazla önemsenmiyor oluşu haliyle yönetmenlerin de kısa filmi geçiş süreci olarak görmelerine sebep oluyor. Saydığım sebeplerden dolayı başlarda ben de böyle düşünüyordum ancak şimdi, bunca kısıtlı şartlarla, ortaya koyduğumuz filmleri ve elde ettiğimiz başarıları gördüğüm için uzun metraj kadar değerli ve zorlu olduğunu biliyorum. Umarım en azından ülkemizde kısa filme karşı küçümseme görüşü hızla ortadan kalkar.
Tabii kısa film konusundaki çözülmesi gereken problemlerin de bununla sınırlı kalmadığını düşünüyorum. Özellikle festivallerde tür bazında değerlendirmenin getirilmesi gerekiyor. Ülkemizdeki festivallerin genelinde yüzlerce veya binlerce başvuru arasından sadece kurmaca kategorisine 5-15 film seçiliyor. Seçilen filmler de ağırlıklı olarak dram veya kara mizah oluyor. Kısa filme değer vermeye çalışan insanların bunu da göz önünde bulundurması gerekiyor.
Ülkemizde korku-gerilim sinemasını dünyadaki benzer örnekleriyle karşılaştırdığımızda hangi çıkarımları yaparsınız?
Korku-gerilim sinemasında her sene birçok film ortaya konuyor. Bu filmlerden festivallerde veya gişede başarı yakalayan oldukça iyi işler izliyoruz. Ancak elbette sadece korkutma amacı taşıyan, abartılı makyajların ve seslerin olduğu pek çok ortalama veya başarısız korku filmi de yapılıyor. Ülkemiz korku sinemasındaki temel sorun da korku-gerilim filmlerinin çoğunluğunun bu tarz filmlerden oluşması. Özenilmesi gereken bir tür olarak bakılmıyor, dini değerlerle korkutsun yeter diye düşünülüyor.
Üzerinde çalıştığınız başka kısa film projeleri varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Söylediklerine Dikkat Et sonrasında pandemi sürecinde Evde, Dostundum Ben Senin ve Bireysel Realite adlı 2-3 dakikalık kısa filmler çektim. Özellikle Evde pek çok ödül aldı. Şu anda da yeni bir senaryo üzerinde çalışıyorum ancak çekim için belirli bir tarih yok, uzun bir hazırlık süreci olacak gibi gözüküyor.
Son olarak da sizden korku türüne ait en beğendiğiniz üç filmi öğrenmek isteriz.
En sevdiklerim sadece bunlar diyemem ancak üç örnek vermem gerekirse; The Thing (1982), Rosemary’s Baby (1968), Insidious (2010) diyebilirim. Hepsinin yeri ayrı benim için.
Bu güzel sohbet için ve ilginiz için teşekkür ederim.