Western Tarzı İranlı Vampir Filmi

Dünya çapında büyük ilgi ve merak ile karşılanan bir film,  geçen sene 24 Nisan’da Türkiye’de vizyona girdi: A Girl Walks Home Alone At Night. İran’ın, ilk Western tarzı vampir filmi diye piyasaya sürülen bu film, İngiltere doğumlu İran asıllı Amerikalı Ana Lily Amirpour’a aittir. Yönetmenin şeceresini çıkartmamdaki sebep kadının, çok kültürlü karakterini fark ettirmeye çalışmaktır. Bu “çok kültürlülük” film içinde zaman zaman onun başını ağrıtıyor. Fakat ne de olsa, oluşturmaya çalıştığı bu girift yapı kendi tercihi. Yönetmenin ona yakın kısa metrajından biri olan A Girl Walks Home Alone At Night, yapımından üç sene sonra, bizim sinemalarda izlediğimiz uzun metrajlı “A Girl Walks Home Alone At Night”a dönüşüyor.

Girişte adı geçen İran, Western, Vampir temalarını teker teker ele almaya başlayalım. Aslında bu üç kavram bile filmi özünü tanımlamaya yetmiyor. Biraz film-noir biraz “Asi Gençlik”,  biraz Jarmusch biraz Tarantino, biraz punk biraz distopya, biraz politika biraz queer, biraz Freud biraz Jung, biraz mitoloji biraz teoloji, biraz semiyotik biraz dekonstrüksiyon… Sinemanın ya da genel itibariyle sanatın bu zamana kadar, kendi bünyesinde eritip kullandığı kuramsal çalışmaların herhalde onda dokuzu, filmin içine bir yerlerden sıkıştırılıyor. Vaziyet böyle olunca da girift yapıya sahip devasa bir “çok kültürlülük” yerine ortaya bir tutam ondan bir tutam bundan atılan, bolca hesabı kitabı yapılmış ve boyuna şişirilmiş bir filmi ortaya çıkıyor. Sorun, filmin hiçbir şeyi tam tamamlamadan her şeye sahip olmak isteyen bencil tavrında yatıyor. Yine de film çıkışı, “İyi bir film izledik.” demekten kendimizi alamıyoruz. Zavallı seyirci ne yapsın, bu devasa yapı karşısında etkileniyor. Etkilenmemek elde mi? Filmin bahsettiği kavramlar dizmek bile satırlar sürüyor. Hal böyle iken derli toplu bir değerlendirme yapmak da neredeyse imkânsız hale geliyor. Az sonra yapacağımız bir yığın okuma, filmin seyirciye verdiği argümanlar dâhilinden çok pazarlama sonrası ortaya atılan kavramlar üzerinden gelişiyor. Fakat bu iki hattın kesinliğini belirlemek hayli zor. O yüzden de ilk olarak, filmin söylemek istedikleriyle söylemeye gücü yettiği şeyleri bir varsayıp toplu bir değerlendirmeye girişelim. Sonunda ise ortaya çıkan okumanın ne kadar yanlış ne kadar doğru olduğunun tayinini siz, sayın okuyucuya bırakalım. Yazı içerisinde de karşılıklı bilinç akışı ile kelimeler arasında kaybolur iseniz, korkmayın. Filmin, bütün olmayan karanlık labirenti içinde kaybolmadan çıkışa varmak pek de kolay sayılmaz.

Filmin kendine yarattığı “Şehr-i Bed”, ölüme ve karanlığa yüz tutmuş bir mekan olarak daha ilk sahneden seyirciye sunuluyor. Çukurlarına ölülerin atıldığı, sokaklarında kimsenin dolaşmadığı ve yaşam belirtisinin pek de bulunmadığı bir şehir burası. Vahşi Batı’nın tekinsiz yüzüyle, noir üslubunun çarpık, sert ve karanlık aydınlatması şehrin atmosferini oluşturuyor. Şehrin bir tarafından geçen tren, imgesel olarak Western’e atıf olsa da silik bir dekor olmaktan öteye gidemiyor. Büyük petrol santralleri ise çok daha dişe dokunur bir mekân tanımlaması yapmayı sağlıyor. Klasik Western’i emperyal Amerika’nın şovu olarak nitelendirirsek santraller de Vahşi Batı’da avlanan kovboylar gibi şehri karanlığa gömen, onun kanını emen bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Şehrin tepetaklak olmuş yaşamında da bu sömürü olgusunu filmin, İran’ın yakın geçmişine getirdiği eleştirel söylemi ile açıklayabiliriz. Bu sömürü ve istismar İran’ın, hastalıklı ihtiyarlarının gençlere bıraktığı bir mirastır, yorumu film uzamı içinde bu konuya dâhil yeterli yorumunu oluşturuyor. Şöyle ki, uyuşturucu içerikli standart bir filmde bağımlı tayfanın gençlerin arasından çıkması beklenirdi. Fakat bu filmde hastalık derecesinde bağımlı olmuş kişilerin hepsi, orta yaşın üstündeki kişiler. Hatta gençler, onlara uyuşturucu bağlamında neredeyse öğüt verici sözler sarf ediyor. Böylelikle yönetmen, İran’ı karanlığa gömenlerin yaşlılar olduğunu iddia ediyor. Ülkenin yakın geçmişini ya da henüz hepsi ölmemiş kişileri, bu durumun müsebbibi olarak atıyor.

İran’ın Şeriatı ve emperyalizmi ile sarmalanmış şehir, sadece santralleri ile toprağın kanını emmekle kalmıyor, “sakinlerinin” tüm yaşamsal faaliyetlerini de elinden alıyor. Herhangi bir şehrin keşmekeşinden uzak, hatta şehir bile denemeyecek bir Western kasabası konumundaki Şehr-i Bed’in ıssızlığı ve soğukluğu doğadan ve canlılıktan uzak yapısı ile seyirciye hissettiriliyor. Şehrin bu mefhumları, filmin giriş sekansındaki köprü altına atılan meçhul cesetler sayesinde daha görünür bir aldırılmaya çalışılıyor. Tek bir ceset bile, insan için soğuk ve korkutucu gelirken film bize üst üste yığılmış onlarca belki yüzlerce beden ile nasıl “kötü” bir şehirde olduğumuzu fark ettirmeye çalışıyor. Ayrıca ilkel zamanlardan beri bereket ile özdeşleştirilen kadının, İran’ın ataerkil algısı düzleminde hiçbir “normal” figür ile yansıtılmaması da yine şehrin içinde olduğu karanlığın bir sonucu. Biri fahişe, öteki travesti, başkası vampir… Normal gibi görünen tek kadın karakter ise filmin başkarakteri Arash’ın (Arash Marandi), evinde çalıştığı kadın Shaydah (Rome Shadanloo) idir. Fakat bu karakter de filmin eleştirdiği “yaşlıların” yolunda gözü kapalı bir biçimde ilerleyen biri. Çünkü şimdilik eğlence diye baktığı uyuşturucuya kapılmış ve ileride de filmin yaşlıları gibi hastalıklı bağımlılar arasındaki yerini ayırtmıştır. Masumiyetin terk ettiği bu şehirde “normal” kadının olmayışı, kadını belli kalıba sokmaya çalışan ataerkilin kendi başına açtığı bir beladır. Çünkü hayata tutunmaya çabalayan en güçlü kadın, erkeklerin kanını emen bir vampirdir. Film, erkeklere adeta şu sözlerle bağırmaktadır: ”Bunu siz istediniz.”. Kentin asıl sorumluluğunu erkeğe yükler, kadını ise bu karanlığın mağdurları olarak tanımlar. Fakat bu kötülük içinde hala burjuvazi yaşantısına devam eden Shaydah gibi kadınların da olduğunu göstererek dişili, topyekûn bir biçimde kayırmaz. Az nüfuslu şehir, kimine göre cimriliğe kaçılmış bir prodüksiyon eksikliği olarak görülse de şehr-i bed bağlamı içinde gayet makul bir yönelim arz ediyor. Ne de olsa ölü bir şehirde çok fazla insan sağ olamazdı.

tumblr_ns5vn1uUeZ1sua6ivo4_1280Şehrin genelinden bireylere inmeye başlamışken daha da özelleşip ana karakterler üzerinde yoğunlaşmaya başlayalım. Filme ismini veren vampir kızdan önce filmin, asıl başkarakteri Arash’tan bahsedelim. Cefasız bir sefaya inanmayan bir adam var karşımızda. Alın teriyle kazandığı arabasının tanıtıldığı sahnede karakterin hem bu yönü görünürken hem de adalet anlayışının keskinliği ortaya çıkarılıyor. “O halde giriş sekansında çaldığı kediye ne demeli?” diye bir soru aklınızı kurcalıyor olabilir. Burada, filmin ilerisinde ortaya çıkacak persona-gölge çatışmasının temelleri atılmış olunuyor. Seyirciye ilk olarak karakterin kötü yönünün yani gölgesinin tanıtılmasının altında şehrin karanlık hali yatıyor. “Madem şehir kötü, karakter de iyi olarak atfedilmemeli.” diye bir anlayış benimsenmiş. Yine de onca kötülüğün yaşandığı bir şehir için bir kedi hırsızlığının ehemmiyeti ne kadar olabilir ki? Belki de kedi Arash’ındır ve o sadece kendisinin olanı geri almıştır. Kim bilir? Yani karakter, gerekçeli bir hırsızlığa bulaşıyor. Tıpkı arabasına el koyan kadın satıcısı Saeed (Dominic Rains)’den arabasını geri almaya çalışması gibi. Babasının eroinman oluşu onu, Saeed ile muhatap ediyor. Babasının borcu, Arash’tan çıkarılıyor. Hem de en değerlisinden, arabasından… Bu da onun, bastırmaya çalıştığı hırsızlığını ortaya çıkartıyor. Fakat bu hırsızlık için de kendince makul gerekçeler sunabiliyor. Çünkü babasından farksız, yukarıda bahsedilen gibi yaşlılara benzemeye yüz tutmuş birini, Shaydah’ı gerektiği kadar soyuyor. Böylelikle vicdan olarak kendini temize çıkartıyor. Bundan sonra her şey tesadüfî bir biçimde lehine dönüyor. Tüm yaptıkları yanına kar kalan karakter zorlu vakitlerden güçlenerek çıkıyor. Kızı da kaptıktan sonra tüm motivasyonunu babasıyla çekişmeye adıyor. Filmin başından beri sürekli bir yük olarak Arash’ın üzerine binen baba, hem standart bir aile problemini yansıtırken hem de daha önce bahsi geçtiği gibi İran’ın yakın geçmişinin gençler üzerindeki kamburluğunu sembolize ediyor. Hal böyle olunca da Arash’ın, babasıyla savaşmak için hayli sebebi oluyor. “Aile yemeği “sahnesinde ise Arash, babasına karşı ilk zaferini alıyor. Bu sahneye tekrar değinmek üzere bir süre ara veriyoruz. Çünkü sahnenin daha bilinçli şekilde anlamlandırılması için başka şeylere daha ihtiyacımız var. O yüzden konuyu kedi ve vampir üzerine taşıyoruz.

Kedi, niye Arash tarafından eve getirildiği belli olmayan, meçhul bir yaratık rolünü oynuyor. Fakat bu meçhul yaratık filme de baya etki ediyor. O halde evcil hayvan formundaki bu ayaklı imgenin elbet film uzamında bir karşılığının bulunması gerekiyor. Bunun için mitolojiye başvuruyoruz. Tabi İran’da kedilere verilen önemin pek önemli olmasının, bize çok fazla katkı sağlamadığını fark ettikten sonra. İran’a bir Arap Yarımadası mesafesindeki Mısır’da daha doğrusu Mısır mitolojisinde Bastet, kedi figüründe resmediliyor. Bastet’in kelime manası ise yiyerek yok eden dişi anlamına geliyor. Biraz mitolojik gelişimden bahsedecek olursak İsis ve Ra’nın çocuğu olan Bastet, başta doğurganlık ve cinsellik tanrıçası olarak anılıyormuş. Babasına kızıp çölde inzivaya çekilince Bastet, burada bir aslana dönüşür. Tekrardan babası Ra’nın onda af dilemesi ile geri gelir ve Nil nehrinde yıkanarak bir kediye dönüşür. Yine de böyle evcil bir kedi olduğuna bakmayın, her gece dünyanın başına üşüşen ve her gece Ra’nın çabaları ile uzaklaşan Apep’i öldürmesi ile meşhurdur. Ayrıca, ilk zamanlarda doğurganlığın ve cinselliğin tanrıçası iken sonradan ölüleri koruma, çocuklara ve hastalara şifa olmakla beraber müziğin ve dansın tanrıçası olarak adlandırılmıştır. Yapılan onca tanımın film içindeki karşılığı sizce nedir? Bariz bir şekilde vampir kız tanımlanmıyor mu? Sadece o da değil kadın için, ataerkilin görmek istediği doğurgan dişilden kurtuluş da Bastet’in hayatına dâhil.

Vampirin avlanma esnasında çıkarttığı aslan-kaplan sesi ise Bastet’in, kendi bünyesindeki emarelerinden biriydi. Aynı zamanda vampiri, ataerkil düzenin kendi başına açtığı bela diye tanımlamıştık. Erkekleri öldüren, yaşlıları dişlemekten çekinmeyen, erkek çocukları “kötü olma” diye uyaran hatta korkutan ve müzik-dans meraklısı bir beladır, vampir kız. Erkeklerin ürktüğü bir kadın olarak resmedilen vampir kız, yönetmenin feminist algılarıyla bire bir uyum içerisindedir. Ataerkile karşı intikam almadan eşitliğin olmayacağını söyleyen ve bunun suçlusunu yine erkekler olarak gören radikal bir feminizm. Karanlık, ölü ve her şeyiyle tepetaklak olmuş şehrin tepe taklak femme fatale’sidir vampir kız. Erkekleri etrafında toplamak yerine onların peşine takılır. Olması gerekenin tam tersi. Onları cazibesi ile baştan çıkarmak yerine korkutarak, onların akıllarını başından alır. Hatta gerektiğinde cinselliğini bile kullanarak. Mevzu Arash’a gelince de vampir kız, erkekliğe karşı ilkesel intikamını bir yana bırakıp gayet tabii bir biçimde ona âşık olur. Çünkü o, öteki erkeklerden farklıdır. Arash’ı ise, parti sahnesinde Shaydah’a sarkıntılık ederken bir defa görmüştük. Yani kendini, cinsellikten tamamen soyutlamış biri değildir. Bu sahneyle de yönetmen, erkeklerin, duygusal ve cinsel olarak çok da masum olmadığını gösteriyor. Bir kadına âşık olup onun için şehri terk eden bir adamın gerektiğinde bir kadına sarkıntılık yapabileceğini söylüyor. Bu “erkeğin doğası” olarak yorumlamaya açık olsa bile, filmin bütününde “hatadan dönen erkek” olarak değerlendirmesi akla daha yatkın geliyor. Çünkü bu sahneden hemen sonra gelen vampir ile Arash’ın karşılaşmasıyla beraber Arash, tüm duygularını vampire yönlendiriyor. Bir nevi hayatını ona adıyor.

Peki, yemek sahnesinden buralara nasıl ve niye geldik?  Yazının başında sizi uyarmıştık. Filmin labirentinde kaybolmayı siz tercih ettiniz ve uyarıları dikkate almakla mükelleftiniz. Yine de böyle bir soru aklınızdan geçiyor ise sizi telaştan kurtarmak için cevaplamaya başlayalım. Az önceki yazılanların kısa özü: “Kedi figürü, vampirdi; vampir, kedi figürüydü.”. Sadece aralarındaki mitolojik benzerlik bunu bize söyletmiyor. Arash’ın peşine düştüğü şeyler de bize bu durumu sezdiriyor. Arabasının peşine düşer, çünkü araba onunudur; kedinin peşine düşer, çünkü kedi onundur; ayriyeten kızın peşine düşer, çünkü onu da ister. Üçüncü bir belirti ise Arash’ın babasının, kedinin gözlerini ölen eşinin gözleri olarak görmesinde yatıyor. Eşini eroinman bir fahişe ile aldatan adam, kediden korkmaktadır. Belki de onun, kendisinden bir “Bastet” olarak intikam alacağını düşünür, kim bilir? Bu yüzden de kediyi evinde görmek istemiyor. Sonunda ise yemek sahnesine geldik! Arash bu sahnede babasına, geçen gece bir kızla olduğunu söylüyor. Fakat bu kızın kedi, vampir veya Bastet olduğuna dair hiçbir fikri yok. Babasını bilinçsiz bir şekilde kızdırmaya çalışıyor. Peki, baba neden çocuğunun bir kızla olmasından rahatsızlık duyuyor? Burada da imdadımıza Freud yetişiyor. Çünkü Arash’ın kız ile birleşimi aslında anne ile birleşime gönderme yapıyor. Kızın, annenin, kedinin, vampirin ya da Bastet’in bir olduğu yerde Arash’ın, hangi forma âşık olduğunun bir ehemmiyeti var mı? Yemek sahnesinin aralığını uzun tutmamdaki sebep de bundandır, her birleşimi içinde barındırması.

Final sahnesine gelirken, vampir ile kedi de birbirlerini bularak ayrılmaz ikili halene bürünüyorlar. Arash da film içindeki ilk ciddi aydınlanmasını bu birleşimi fark ederek yaşıyor. Çünkü daha öncesinde olan olayların silsilesi ile babasının ölümünü ancak bu sahneyle anlamlandırabiliyor. Finale, “Arash neden göz göre göre babasının katili ile sonsuza kadar mutlu yaşamak için gidiyor?” sorusunu sorabiliriz. Film içinde edindiğimiz bilgiler dâhilinde bu soruyu cevaplayacak olursak en makul yanıt, bu şehr-i bed’den kaçma olgusunda yatıyor. Yani Arash, onca kötülüğün içindeki umudu babasını öldüren bir kötüde buluyor. Çok kötüler arasından kendince en az kötüyü tercih ediyor. Çünkü kimsenin saf iyi olmadığına emin, kendisinin bir hırsız olduğuna emin olması gibi. Kısa bir çelişkiye düşmesine rağmen annesine ve sevdiğine ulaşmış adam bu kötü şehri terk ederek uzaklaşıyor. Film finali ile bu kaçışı meşru ve zorunlu görüyor. Filmin İran altyapısını düşündüğümüzde bu durum yönetmenin İran’a göre bir yabancı olmasıyla örtüşüyor. Kendisinin içinde olduğu yolun doğru olmadığını iddia eden bir sanatçıya rastlanmış mıdır? Hal böyle olunca da filmin kaçış ile bitmesi kadar doğal bir olay düşünülemezdi.

Yazının başında, ileride ortaya atacağım fikirlerin doğru olup olmayacağını size bırakacağımı söylemiştim. Buraya kadar belirttiğim fikirlerin aslında tamamıyla şahsi değerlendirmelerimin olmadığını söylemek istiyorum. Bunların birçoğunu, manipüle ve baskı altında kalarak oluşturdum. Yönetmenin bana verdiği “İran’ın, ilk Western tarzı vampir filmi” kalıbı beni buna zorladı. Yani bu herhangi bir seyircinin gördüğü değil, yönetmenin bize göstermek istediği bir değerlendirmeye dönüştü, dönüşmek zorunda kaldı. Her eserin muhatabına göre birbirinden ayrıksı bir yorumu vardır demek istemiyorum. Sanat bir manipülasyon işidir. Sinema ise bu manipülasyonu onlarca hatta yüzlerce şey yaparak kullanır. Kullanmalıdır da. Neticede bir kişinin veya bir grubun ortaya çıkarttığı bir esere bakıyoruz hepimiz. Fakat buradaki ayrım dilde daha doğrusu o sanatı icra ederken kullanmak zorunda olduğumuz sınırlı metotlarda saklı. Daha açık olmak gerekirse, bir ressamın sahip olduğu şey boyalarıdır. Notaların sesini kullanması mümkün değildir. Fakat bu ressam eserlerini sergilemek için bir sergi açar ve bu sergiye de resimlerine etki edecek bir müzik tercihi yapar ise resim diline ihanet etmiş olur. Çünkü resim sanatının dâhilinde olmayan bir durum, eser tamamlandıktan sonra ona yüklenmeye çalışılır. Bu durum, kendi sanatının imkânlarını yetersiz görmesinden ya da o imkanları yetkin kullanamadığı için, yaptığı işi kotarmak üzere yapılan bir hileye dönüşür. İşte sinemanın da her sanatın sahip olduğu gibi kendi imkânları vardır.  Hatta bazılarına göre bu imkânlar, öteki sanatlardan çok daha geniştir. Aynı anda sözü, müziği ve resmi kullanabilir. Bu, sinemanın dilini oluşturur. Fakat eserde, istenilen etkiyi oluşturmak için her türlü söz, müzik veya resim, filmin süresi içinde muhataba sunulmak zorundadır. Yoksa seyirci, yönetmenin istediği gibi anlamlandıramayabilir. Yani yönetmen, istediği manipülasyonu seyirci üzerinde sağlayamıyorsa, derdini iyi anlatamamış demektir.

Yukarıda anlatılan durumun A Girl Walks Home Alone At Night filmi üzerinde bir örneğini göstermeye çalışalım. Buna, yazı içinde sürekli vurgulanan “İran’ın, ilk Western tarzı vampir filmi” beyanından açıklayalım. Şimdi, bu yönlendirmeyi bir kenara bırakan onu duymayan herhangi bir seyirci için film neden Western’dir? Evet, jenerikteki yazı tipi Western türündeki yazılara benzer fakat samimi olalım, tren ve ıssız kasaba gibi imgeler, bir filmi Western yapar mı? Ya da kötü adamlarla savaşıp, birbirini kurtarmaya çalışan âşıklar sadece Westernlerde mi görünür? Herkesin gözü önünde avlanan insanların bağı sadece Western filmler için mi geçerlidir? Eğer bu film, Western diye pazarlamaya sokulmasaydı kimse, bu film üzerine keskin açıklamalarla, “Evet bir Western izledik.” diyemezdi. Pazarlamadan bağımsız bir Western okuması kişinin, sadece film uzamında rastladığı parçalardan yapacağı ihtimal dâhilindeki yorumundan biri olacaktı. Kesin bir yargıya varmak imkânsız olacaktı. Çünkü başka bir yorum aynı parçaları kullanarak salt noir üzerine bir okuma yapabilir. Bu çoklu okuma bir eser için bir başarı nişanesidir. Fakat yetkin olmayan film dilinden dolayı kişinin yapacağı her çıkarım biraz eksik olacaktır. Çünkü “İran’ın, ilk Western tarzı vampir filmi” kalıbı kullanılmadığı takdirde seyirci, yönetmenin kurmaya çalıştığı sinemanın, manipülatif dünyası içine giremeyecektir. Tabi bu kalıbı kullandığımız her anda da, sinemanın dilini oluşturan sanatçıların kemiklerini sızlayacaktır. Bahsedilen bu eksikliği yönetmende veya filmde değil de, seyircinin entelektüel kimliğinde gören yorumlar ise pazarlama ile elde edilen endüstri başarısını sanat sayan kişilerin kendi kendini kandırmasıdır. Bu yorumu yapan insanlar üzerinde yönetmenin çok başarılı olduğunu söylememiz lazım. Çünkü film uzamındaki yetersiz argüman ve dışarıdan satılan film kalıbı ile insanları manipüle etmek takdire şayan bir harekettir. Kim bilir belki de Ana Lily Amirpour kendi sinema dilini oluşturuyordur?

Pazarlama kalıbı ile herkesi kendine çeken A Girl Walks Home Alone At Night, neredeyse dünyanın her yerine satıldı. Gelişen bu durum endüstriyel olarak başarı diye adlandırabiliriz. Filmin böylesine ilgi ve yankı uyandırması onun Farsça konuşan bir Amerikan filmi olmasından kaynaklanıyor. Bahsi edilen alanında ilk olması onu sinema tarihine elbette yazacaktır. Fakat bu filmin kalıcılığını ise zaman gösterecek. Eğer filme basılan pazarlama damgası zaman içinde silinir ve film, kendi diliyle sinema tarihinde var olursa yazı içinde filmin yetkinsizliğine dair ortaya atılan her iddia haklılığını kaybeder. Sinema tarihine bakılacak olunursa, özellikle Hollywood’da, bu şekilde şişirilen filmlerin etkisi söndüğünde ne yazık ki film de hafızalardan siliniyor. Umarım bu sefer yanılan biz oluruz kazanan da film.

Yazar: Ahmet Toğaç

Ağustos 2010’da yayın hayatına başlayan aylık sinema dergisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir