“Zorluklardan Güçlenerek Çıkmaya Çalışıyorum”

Yönetmenlik kariyerinde Kuruntu, Leblebi Taneleri, Oyun, Karakar, Kayboluş, Soğuk ve Serender gibi kısa filmler bulunan Seyid Çolak’ın ilk uzun metrajı Kapan, bir süre önce vizyona girdi. 41. Uluslararası Moskova Film Festivali’yle birlikte başlayan macerasına ulusal ve uluslararası pek çok film festivaliyle devam eden ve buralarda pek çok ödülün sahibi olan filmin başrollerinde Onur Dilber, Sami Aksu, Münibe Millet ile Serkan Altıntaş yer alıyor. Seyircisini gizem, gerilim ve dram türleri arasında bir yolculuğa çıkaran yönetmenin ilk uzun metrajı Kapan, bir adada balıkçılıkla hayatlarını idame ettiren beş arkadaşın, aralarından birinin kaybolması ve vahşi bir kurdun ortaya çıkmasıyla yaşadıklarını anlatıyor.

Filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Seyid Çolak ile gerçekleştirdiğim bu keyifli röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri  ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum. Yazıya bu bilgilendirici girişle başladıktan sonra dilerseniz röportajımızı okumaya başlayabiliriz. Keyifli okumalar.

Kapan viyona girdi. Nasıl hissediyorsunuz?

İlk uzun metrajını çekmiş ve sinemalarda oynadığına şahit olmuş musmutlu bir insanım.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?

Kapan, tüm aşamalarını hesaba katarsak toplamda üç senede tamamlanan bir film. Hikayeyi ilk yazdığımdan itibaren her aşamasında yepyeni tecrübeler edindim. Ön hazırlık sürecinde senaryoya ayrıca özen gösterdik. İyi bir senaryo olmadan ya da içime sinmemiş bir hikayeyle yola çıkmak istemiyordum. Bunun için de yaklaşık bir sene aralıklarla senaryo üzerine kafa yorduk. Daha sonra yazım sürecine geçtik. Sinema Genel Müdürlüğü’nden destek alınca önümüz biraz daha açıldı. Daha sonra TRT devreye girdi. Cemil Yavuz ve Faruk Güven’le bu süreçte olumlu bir ortak yapım anlaşması yaptık. Aslında bütçeyi yeteri kadar olmasa da tamamladığımda filmi hayata geçirmek için hızlı davrandım. İlk filmimdi ve sete girmek istiyordum. Bazı nedenlerden ötürü set tarihlerimizi ertelesek de yeni mekanlar ve isimlerle yola devam ederek çekim aşamasına geçtik. Zorlu coğrafyalarda çekim yapsak da benim için üstesinden gelinemeyecek zorluklar olmadığını söyleyebilirim. Çekimleri de tamamlayıp post prodüksiyon aşamasına geçtik. Toplamda üç sene sonra filmimiz seyirciyle buluşmuş oldu.

Filmin hikayesinin çıkış noktası neye dayanıyor?

Hep özgün bir hikayeyle yola çıkmak istemişimdir. İlk uzun metrajımda yeni şeyler söylemem gerektiğini düşünüyordum. Uzun metraj olabilecek hikayeler yazdım ancak beğenmediğim için sildim. Mada Adası’yla tanışmamla birlikte sanırım aradığımı bulmuştum. Adaya hikaye yazıp karakterler kurguladım. Hikaye ilerledikçe Mada bir karaktere dönüştü. Filmin adını da kucaklayacak bir Kapan oluverdi. Fikirsel olarak da bazı şeyleri sorgulamak istiyordum. “Biz kimiz, neyiz, nasılız ve nereye gidiyoruz”un peşine düşme fikri de beni heyecanlan dırdı. Aslında klişe olacak ama yaşadığımız evrene hükmetme sevdasından dolayı doğadan aldığımız karşılık bir anlamda bizim çıkış noktamız. Doğadan gelen ve doğal ortamında yaşamaya çalışan yabani bir hayvan ve değişen bir ada var. Ada kaosa dönüyor. Bunun müsebbibi insanoğlunun empati duygusundan giderek uzaklaşmasını gösterebiliriz. 

Kapan, ilk uzun metraj filminiz. Bu ilk filminiz size ne gibi tecrübeler kazandırdı?

Çektiğim kısa filmler bana uzun metraja gidecek yolu hazırladı. Onları yapmasaydım Kapan’ı bu şekilde çekebilir miydim ya da hayata geçirebilir miydim bilmiyorum. Sinema alanında yaşadığım her tecrübeyi bu filmde kullandım diyebilirim. Setimizin ilk günü -15 derece donmuş Çıldır Gölü’nde final sahnesini çekerken buldum kendimi. Büyük bir psikolojik baskı vardı üzerimde. Ancak her şey bana aşılabilir göründü. Teker teker sahneleri çekmeye başladım ve her aşamasında yeni şeyler öğrendim. Bu da bir sonraki işimde bana çok yardımcı olacaktır.

Filmin yönetmeni sizsiniz fakat senaryoyu Güven Adıgüzel ile birlikte yazdınız. Senaryo yazım sürecinde farklı düşündüğünüz noktalar oldu mu ve zorluklar yaşadınız mı?

Aslında Güven’le ayrıca bir dostluğumuz vardı. Bu kadar sıkı değildi, yine görüşüyorduk. Onun sinemaya bakışını ve neler yapabileceğini de az çok biliyordum. Aslında yabancı ve tanımadığım bir kişiyle çalışsam bazı yerlerde çatışma yaşayabilirdik. Güven’le gerçekten sorunsuz bir senaryo yolculuğu yaptık. Elbette kimi yerlerde birbirimizin fikrine karşı çıktık. Bazı sahneleri çıkardık ya da değiştirdik. Bu bir ikna sürecinin sonucu. Eğer benim bir sahnem çıkacaksa senaryodan bunu Güven iyi bir şekilde ikna ederse bunu kabul edebilirim. Aynı şekilde Güven de bu şekilde hareket ediyor. Nihayetinde senaryo dediğimiz şey yazılı bir metin. Buna kimi kutsal nedenler atfetmemizin anlamı olmadığını düşünüyorum.

Filminiz Beyşehir Gölü’ndeki Mada Adası’nda yaşayan beş balıkçının dram, korku ve paranoyanın iç içe geçtiği hikayesini anlatıyor. İnsanın kapana sıkışmışlık hissi de olayların geçtiği ada ile çok iyi bir uyum sergiliyor. O sıkışmışlık hissini verebileceğiniz farklı mekan ve koşullar varken bir ada seçmenizin özel bir nedeni var mı?

Aslında bu hikayeyi herhangi bir taşra kasabasında – köyünde çekseydik bu kadar etkili olmadı. Çünkü biraz önce de dediğimiz gibi ada aslında bir karakter oldu. Mekanımız konuşan ve alt metni olan bir figür olunca da adadan vazgeçmemiz mümkün değildi. Adalıların mahrumiyet bölgesindeki çıkmaz hikayeyi güçlendiren bir unsurdu. Karakterlerin dönüşümüne de adada bulunma ve adadan ayrılma fikri zemin hazırlıyor. Aslında bu salgın sürecinde hepimiz kendi adamızı yarattık. Kapan bu anlamda daha anlaşılabilir oldu diye düşünüyorum. Çünkü yeni hayatlar kurguluyoruz kendimize. Hayatımızı şekillendirirken dış etkenleri göze alıyor, o şekilde buluşuyor ve görüşüyoruz. “Ben” odaklı yaşama biçimini hızlandıracak bir dönemden geçiyoruz.

Film, mevsimsel olarak da zorlu denebilecek koşullarda geçiyor diyebiliriz. Bu durum çekimlerde aksama veya herhangi bir aksiliğe yol açtı mı?

Aslında set süreci boyunca ekip olarak birçok etkenle mücadele ettik. Ancak bunun işimizin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Çok sıcakta da çekim yapacağız, çok soğukta da. Mesleğimizin bir parçası. Bir inşaatçının ya da madencinin zorlandığını duymayız, dinlemeyiz. Ancak ne hikmetse sinemacılarla futbolcuların en çok zorluktan bahseden meslek grubu olduğunu gözlemliyorum.  Bu bana absürt geliyor. İşimize bakalım, işimizi yapalım. Ben her zorlukta güçlenmeye çalışırım. Şurada en fazla 80 yıllık bir ömür yaşayacağız; zamanın ve üretmenin değerli olduğunu çok daha iyi anladım. Hayatımı buna göre şekillendirdiğim için de bu tür zorlukları aşma fikri bende daha güçlü oluyor.

Kişinin korkuları, acıları ve içinde barındırdığı “vahşi hayvan”a dair de bir anlatı sunuyor filminiz. Size göre içimizdeki “vahşi hayvan”ı doğuştan mı taşırız yoksa hayatın tecrübeleri mi onu yaratır?

Bir inanışa göre hepimiz iki kurtla doğarız. Biri siyah diğeri beyaz. Tahmin ettiğin gibi siyah kötülüğü, beyaz da iyiliği temsil eder. Biz hangisini daha çok beslersek o renk kurda dönüşürüz. Burada önemli olan benliğimizi iyilikle mi besliyoruz yoksa kötülükle mi? Sorunun cevabını hep kendimizde bulabiliriz.

Filmde uyku meselesi de göze çarpan noktalardan biri. Bununla üstünde durmak istediğiniz bir nokta var mı?

Ben aslında ölüm meselesine gerçekten fazla kafa yoran birisiyim. Uyku halini de ölümün bir provası gibi görürüm. Her inanışın ölüme karşı bir bakışı var ancak hepsinin ortak paydada buluştuğu bir ölüm gerçeği de var. Dönüşü yok. Uyku ise geri dönüşü olan bir yarı ölüm hali. Bir de uykudaki her insan aynı oluyor. İnsanların aynılaştığı tek zaman dilimi ölüm halidir. Seri katil de, hemşire de, bilim insanı da, büyük liderler de uykuya geçtiğinde aynılaşıyor. Aslında bu da farklı bir şeyi söylüyor bize. Ne yaşarsak yaşayalım, ne kadar güçlü olursak olalım günün sonunda gözlerimizi kapatmak zorundayız.

Son olarak ilerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız projeleriniz varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Yeni çektiğim bir belgesel projesi var. Şu an onun kurgusundayım. Bu ay sonunda yine bir belgesel için ülke dışına çıkacağım. 2021’de de Obruk isimli uzun metrajımızı çekmeyi planlıyorum. Bu sefer de İç Anadolu bölgesinde giderek artan obrukları korku unsuru olarak kullanarak bölgedeki dönüşümü anlatmaya çalışacağım. Bu filmin senaryosunu da yine Güven Adıgüzel’le birlikte yazdık. Şimdiden yolumuz açık olsun.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir