‘Üretme Durumum Refleks Oldu’

Genç yönetmenlerle kısa film dünyasında bu hafta 28. yolculuğumuza çıkıyoruz. Bu hafta, hikayesi tek mekanda geçen bir filme imza atan yönetmen bizlerle olacak. Üzerine konuşacağımız kısa film, mahkumların ağırlıklı olarak hamile roman kadınlardan oluştuğu bir hapishanede gelişen olaylar üzerine bir müfettiş teftişe gelmesi ve sonrasında yaşananlara odaklanan G.K. olacak.

Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim, G.K. filminin yönetmen, senarist ve kurgucusu İnan Erbil.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

***NOT: Film şu an için BluTV’de yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir İnan Erbil?

Merhabalar. Kabaca kendimden bahsetmem gerekirse, lisans eğitimimi Akdeniz Üniversitesi’nde, yüksek lisans eğitimimi Marmara Üniversitesi’nde tamamladım. Sinemayı pratik etmeye başlamam Antalya’da okurken çektiğim kısa belgesel filmlerle başladı.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?

Projenin fikir olarak ortaya çıkma süreci beş yıl öncesine dayanıyor. Akdeniz Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda aynı fakültenin gazetecilik bölümünde okuyan İlayda Girginer’in yapmış olduğu Gönüllü Mahkum Anneler haberi dikkatimi çekti ve belgeselini yapmak istedim fakat belgesel projesi olarak kağıt üstünde kaldı. İlerleyen yıllarda G.K.’nin belgesel olarak çekilmesi cazip gelmedi. Çok fazla ajite durum vardı ve bu durumlar bizi katarsis noktasına itebilirdi. Şahsen yapmak isteğim şeyin böyle bir sonucu olmasını istemiyordum. Durumun hassasiyetini de düşündüğüm zaman, anlatıda dezavantaj olarak gördüğüm şeyleri kurmaca filmde kontrol etmemin daha uygun olacağına karar verdim ve senaryo yazımına başladım. Bir sene içerisinde de tüm süreçleri bitirdik ve dağıtıma hazırlandık.

Filminize dair ilk dikkat çeken nokta hiç kuşku yok ki ismi. Bu tercihin nasıl oluştuğundan kısaca bahsedebilir misiniz?

Filmin, çıkış noktasını sağlayan gazete haberini yapan arkadaşımın, röportaj yaptığı roman kadının adı G.K. diye kısaltılmıştı. Sonrasında değiştirme gereğini duymadım.

Film, devlet otoritesi ile vatandaşı karşı karşıya getiren ve çatışmalar üzerine kurulu senaryosuyla dikkat çekiyor. Senaryo yazım süreci filmin sert, soğuk ve ciddi havasını yaratma anlamında zorluklar yaşattı mı?

Aslında anlatıyı tek bir merkez üzerine kurup ciddi bir üslup takınmayı tercih etmiyorum. Zaten kara mizah öğelerini sıkça kullanmak istememin sebeplerinden birisi bu sanırım. Anlatının temelini ve karakter boyutlandırmalarını iktidar kavramının kendi içerisinde sürekli yeniden üretimi üzerine düşünmüştüm. Fakat tüm bu sertliğe ve ciddiyete rağmen kara mizahın olması, nehir anlatısının özelliklerini barındıran bağlamdan kopuk diyalogların olması söz ettiğiniz sert, soğuk ve ciddi havayı biraz daha minimal ve soft bir havaya büründürüyor. Gerek yazım aşamasında gerekse oyuncularla prova yaptığım aşamada bu üslubu kolektif bir şekilde güçlendirdik. Zorluğundan daha çok düşünsel anlamda yoğunlaştığımız fakat zevk aldığımız bir süreç oldu.

Filmin tamamı bir hapishanede geçiyor. Biliyoruz ki tek mekanlı filmlerde ilk dakikadan son dakikaya kadar hikayenin etkisini korumak hiç de kolay değildir fakat siz gelgitler, gerilimler ve ters köşeyle bunu son ana kadar korumayı başarmışsınız. Bunun için senaryo, oyuncu yönetimi ve diğer konularda nelere dikkat ettiniz?

Biraz önce bahsettiğim ana hikayeyi oluştururken olayların dallanıp budaklanması bana hayatın içinden sahici geliyor. Bunun sonucunda söz ettiğiniz gelgitler ve farklı boyutlandırmalar ortaya çıkıyor. Özellikle Romanya Yeni Dalgası filmlerinde karşımıza çıkan örnekler güzel bir referans veriyor bizlere. Tüm bunları görmezden gelip olay odaklı yaklaşarak, filmin anlatısının merkezini sınırlandırsaydık söz konusu film ritmine ve dinamizmine en büyük zararı vermiş olurdum. Bu durumdan olabildiğince kaçmaya çalıştım yazım aşamasında. Bundan sonrası içinde benim yapabileceğim tek şey bu ritmi oyunculara olabildiğince iyi anlatmak ve sadık kalmak şeklinde oldu.

Hapishanede çekim yapmanız için gerekli izinleri alma süreciniz nasıl işledi? Çok fazla zorluk ve bürokrasiyle uğraştınız mı?

Filmi gerçek bir hapishanede çekmedik maalesef. Gerçek bir hapishanede çekmeyi çok istedim fakat bahsettiğiniz bürokratik işlemlerden bir sonuç alamayacağımı en başından anlamıştım. Sonrasında filmi çektiğimiz platoyu bulduk ve çekime girdik.

Filminizde hiç müzik kullanmamışsınız fakat telsiz ve anons sesleri, demir kapıların açılıp kapanması ile hapishaneye özgü diğer sesler filmin atmosferini tam da gerektiği gibi yansıtmış. Müzik kullanmamak ilk başta belirlediğiniz bir karar mıydı?

Sinemada müzik kullanımına biraz uzağım açıkçası. Belki de kendimi geliştirmem gereken alanlardan birisi diyebilirim. Özellikle uluslararası film festivallerinde çok güzel örneklerini görüyorum. Mesela Clouds of Sils Maria filminin müzik kullanımına bayılmıştım. Ya da daha klasik bir örnek Kiarostami’nin Ta’m e guilass filminin final sahnesindeki trompetin çaldığı sahneyi hala yer yer açıp izlerim. Müzik kullanımını bu denli ustaca yapacağıma inandığım zaman bende müzik kullanmaktan kaçınmam sanırım fakat film hemen bittikten sonra seyircinin zihninde filmin devam etmesini istiyorum. Bu aşamada müzik kullanımı doğru seçilemezse biten bir filmden seyirciyi iyice dışarıya atması gibi bir risk barındırıyor. Bu sebepten dolayı filmin jeneriği akarken atmosfer seslerinin devam etmesini istedim. Ses tasarımı yapan arkadaşım Umut Saçar da gerçekten güzel bir iş çıkardı.

Filmdeki otorite ve iktidar anlayışını olayı soruşturmak için hapishaneye gelen müfettişin kısırlık sorunuyla bağdaştırarak güçlü bir metafora imza atmışsınız. Sınırları sert ve keskin çizgilerle çizili bir filmde olayı doğrudan anlatmak yerine metafor kullanarak anlatma fikri nasıl gelişti?

Aslında iktidar kavramının kendisiyle alakalı bir durum bu. En temelinde iktidar kelimesi erkeklerin cinsellikteki gücünü vurgulayan bir kelime olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda filmdeki en büyük iktidarın aslında iktidarsız olması durumu metin üzerinde çok cezbedici geldi bana. Her şeyin bir gösterişten ibaret olduğu, tapınılan ve korkulan kavramların aslında boş bir gürültüden ibaret olduğunu en kısa yoldan böyle anlatabilirdim.

Filmde çocuğunu daha iyi koşullarda (!) dünyaya getirmeye çalışan bir kadının devletten yararlanmaya çalışmasından dolayı sorgulanması, trajikomik bir durumu da gözler önüne seriyor. Vatandaşlarının iyi koşullarda yaşamasını sağlayamayan sosyal devletin sorumlu olarak kendini görmek yerine karşısındakini suçlaması da kendi içinde büyük bir zıtlık barındırıyor. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi kısaca öğrenebilir miyiz?

Soruyu sorarken yaptığınız çözümleme durumu çok net anlatıyor aslında. Benimde anlatmak istediğim şeylerden birisi sorunuzun içinde olan çözümlemeydi. Bunu yirmi dakikalık bir kısa filmle size geçirebildiysek ne mutlu bize. Benim bu konu üzerine daha fazla bir şeyler söylemem sadece büyüyü bozar diyeyim. Bu soru için beni mazur görün lütfen.

Kariyerinizin başından bu yana arayı da fazla açmadan oldukça üretken bir şekilde filmler çekiyorsunuz. Bu üretkenliği neye borçlusunuz?

Tamamen bir şeyler üretme motivasyonu aslında. Aynı motivasyonla yanımda olan ekip arkadaşlarımla bir şekilde suya yazı yazmaya çalışıyoruz. Bahsettiğiniz filmlerimde herhangi bir destek alamadım maalesef. Hatta iki ay öncesine kadar G.K.’nin borçlarını ödüyorduk ekibin ve oyuncuların para almamasına rağmen. Ama tüm bunlara rağmen üretme durumu refleks oldu sanırım.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Tabii, bunun en büyük sebebi maalesef kısa filmin ülkemizde bir sektör olamaması durumunda yatıyor. Günümüzde bunun değişmeye başlamasının sebebini zamanın ruhunun değişmesine bağlayabiliriz çünkü kitlenin izleme alışkanlığı ve ilgi eşiği iyice daraldığı için kısa filmler daha cazip görünmeye başladı. Hızlı bir tüketim sirkülasyonu var maalesef. Maalesef diyorum çünkü kısa vadede kısa film üreten sinemacılar için bu durum avantajlı gözükse de zaten olmayan sektörün dijital platformlar üzerinden iyice domine edilmesinin önünü açacak gibi gözüküyor.

Şu an için üzerinde çalıştığınız yeni kısa metrajınız varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Geçtiğimiz senenin Eylül ayında İzmir’de bir kısa çektik. Adı Belki Bir Gün Gideriz. Belediyede cenaze hizmetlerinde çalışan iki kuzenin kimliği belli olmayan bir cenazeyi gömmeye götürürken yaşadıkları birtakım süreçleri anlatan bir durum hikayesi oldu. Şuan post prodüksiyon sürecimizdeyiz. Bir-iki hafta içinde film hazır olacak gibi. Sonrasında dağıtım stratejilerimize bakacağız.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir