“Monotonluk Doğamızda Olan Bir Şey”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 63. haftasından herkese merhaba. Şehir hayatının yüksek temposunda monotonlaşmış hayatımızda kimi ufak sürprizler zaman zaman kapımızı çalabiliyor. Tesadüf veya kaderin cilvesi diyebileceğimiz bu durumu filminde işleyen Okan Akgün de bu haftaki röportaj konuğum olacak. Kendi hayat rutini içinde annesiyle yaşayan ve metroda çalışan Rıfat’ın unutulmuş bir telefon ve şiir kitabıyla değişen hayatını konu alan Güzel Havalar, üzerine konuşacağımız film olacak.

Okan Akgün ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Okan Akgün?

En zor soruyu ilk önce sordunuz. Biyografik olarak kendimden bahsetmeye başlayayım. 1991 yılında işçi bir ailenin ilk çocuğu olarak İstanbul’da doğdum. Ailem terse göç ederek Doğu Karadeniz’in küçük bir ilçesine yerleşmiş. Çocukluğumu dağda taşta, derede tepede özgürce geçirdim. Lise eğitimi için büyük bir şehre gitmek istedim ve iyi bir başarıyla Samsun Sosyal Bilimler Lisesi’nde eğitim almaya hak kazandım. Okulun ilk dönem “kurucu” öğrencilerindenim. O yıllarda standardın çok dışında özel bir eğitim aldık. Sayımız da azdı tabii ki. Mezunu olmaktan gurur duyduğum bir okuldur. Okumayı, yazmayı; fikren ve fiziken bir şeyler üretmenin önemini bize aşılayan çok kıymetli hocalarımın ellerinden öperim. Bu okulda denemeler ve hikâyeler yazmaya başladım. Bir gün serserilik yapıp dersleri ekeriz bahanesiyle, bir arkadaşımla belgesel çekmek istedik ve okul idaresinden izin aldık. Çok da güzel bir belgesel çıkardık. Daha sonra ardı kesilmeden kısa film denemelerimiz başladı. Üç kuruş harçlığımızı denkleştirip dijital kayıt yapan kasetler alıyorduk. Ben sinemaya olan bu ilgimi üniversiteye taşımak istedim. Maalesef diyerek cümleye başlayacağım; Marmara Güzel Sanatlar Sinema bölümüne girdim. Maalesef diyorum çünkü üniversitelerin eğitimine hepimiz aşinayız. Sinema eğitimine hiç girmeyeyim “bin ah” ederim boşuna can sıkar. Öğrenciyken şansım varmış FilmArası Dergisi ve Suat Köçer’le tanışmıştım. Dergide vakit geçiriyordum. Yazılar yazıyor, röportajlar yapıyordum, bir prodüksiyon ekibi bile oluşturmuştuk. Daha sonra lisans bitirme filmimle okuldan mezun oldum ve asgari ücretlerle azami sürelerde sömürülmek üzere sektörde çalışmaya başladım. Halen değişen hiçbir şey yok bu arada sömürülmeye devam ediyoruz. Sinema anlamında tek mutluluğum ürettiğim filmlerim ve dostlarım.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?

Ben hikâyelerimi öncelikle sözel olarak oluşturuyorum. Hikâyem film olacak enerjiye ulaşınca ve hikâyelerimin görsel olarak olgunlaştığını düşündüğüm aşamada senaryo metnini kısa bir sürede yazıyorum. Güzel Havalar’ı yanlış hatırlamıyorsam bir gün içinde bitirmiştim. Sonuçta 10-20 sayfalık metinler bunlar. Daha sonra senaryoma gerekli maddi desteği bulmak ve ekibimi oluşturmak için uğraşıyorum. Bu anlamda T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sinema destek fonundan yararlandım. Oradan aldığım destek sonrasında daha fazla beklemeden filmi tamamlamak istedim. Filmin teknik hazırlığı çok uzun sürmedi.  Filmin çekimleri bittikten sonra pandemi süreci başladı. İşin bu kısmında acele etmeme gerek kalmadı. Zaten istesem de acele edemezdim. Kısacası 2020’nin son aylarında filmimi tamamladım. 2021 yılı başladığında da filmimi insanlarla paylaşmaya uygun buldum. Tahmini iki yılda bitti.

Filmin ismi, kapanış jeneriğinde de belirttiğiniz üzere Orhan Veli Kanık’ın aynı isimli şiirinden geliyor. Filmin hikayesinin nasıl oluştuğunu anlatabilir misiniz?

Aslında filmin hikâyesini üniversite öğrencisiyken kabaca tasarlamıştım. Ancak karakterimin okuyacağı şiire karar verememiştim. Bu da hikâyeyi amaçsız ve eksik kılıyordu. Güzel Havalar şiiri çok sevdiğim ve her yıl mutlaka birkaç kez hatırlayıp okuduğum bir şiirdir. O günlerden birinde Rıfat’ın hayatını Güzel Havalar şiirine göre şekillendirdim.

Filminiz T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı destekli. Filmin fon bulma süreci nasıl gerçekleşti?

Ben bir önceki kısa filmim Bir Tabut İnsan’ın senaryosunu bitirme filmim olarak üniversiteye sunmuş daha sonra da filmi tamamlayabilmek için T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan fon sağlamıştım. Malum fon bulabileceğiniz nadir yerlerden birisi Kültür Bakanlığı… Güzel Havalar filminin senaryosuyla üç yıl aradan sonra bir kez daha başvurdum ve hikâyemi desteklemeye değer buldular. Kısa metraj, uzun metraj fark etmez; film yapıyorsanız ve özellikle ticari bağlantılarınız yoksa tek çareniz devlet kanalları ve kendi sermayenizdir. Ömer Lütfi Akad’ın da dediği gibi: “Sinema akıllı uslu insan işi değildir.” Allah kolaylık versin.

Hikaye, Metrokent metro istasyonunda geçiyor. Kamusal alanda geçen bu tarz filmlerde kısa film yönetmenlerini en zorlayan koşulların başında izin süreçleri geliyor. Siz bu süreçte zorluklarla karşılaştınız mı? Süreç nasıl işledi?

Aslında izin almak zor bir şey değil. Zor olan şey bu gibi kurumlarda sürecin sorunsuz yürümesi ve akıl sağlığınız açısından sizinle gerçekten ilgilenecek, ciddiye alacak ve sizi anlayacak birilerini bulmak. Bunu resmi yollardan yürütürseniz genellikle olumlu ya da gerekçeli olumsuz bir cevap alırsınız. Benim izin sürecim biraz sancılı geçti çünkü makul olmayan gerekçelerle olumsuz dönüşler aldım. Belediye seçimleri sürecindeydik ve metro işletmeleri İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı. Belediye seçimleri bitmiş. Belediyeyi devralan partinin yönetimi göreve başlamış ancak ekibi göreve başlamamıştı. Herkesin kafa karışıklığı içinde olduğu bir süreçti anlayacağınız. Bürokrasinin yavaş ama işlerin hızlı ilerlediği bir ülkede yaşıyoruz. Bu gibi süreçlerde aklımda hep bu yargı ile hareket ediyorum. O yüzden filmin hazırlık aşamasının bu kısmı, motivasyonumuzu düşürüp işimizi zorlaştırsa da pes etmedik. Kapıdan kovulduk bacadan girdik diyebilirim. Özellikle Bulut Güneş’in bu konuda hakkını ödeyemem. Ben kapıdan kovulduğumuz anda ipleri salmışken kendisi adeta tüten bacadan içeri atlamıştı. Deyimim abesle iştigal etmesin lütfen, film yaparken kafanız ne kadar kırık öncesinde bir düşünün derim. Güzel Havalar film ekibinin maşallahı vardı.

Metro istasyonundaki çekim süreci nasıl geçti? Sanıyorum ki istasyonun kapalı olduğu gece saatlerinde yaptınız çekimleri.

Gerçekten ben de çok isterdim özgürce metro istasyonunu film setine çevirerek çalışmayı. Çok daha kaliteli ve güzel bir iş çıkardı. Ancak böyle bir durum olmadı. Trafik yoğunluğu az olan Metrokent istasyonunda çekim programımız açısından kısa sayılan bir sürede çekimi tamamlamamız şart koşuldu. Bu filmi oluşturmak için bir engel değildi. Ben bu durumlarda kaybettiğim şeylere üzülerek değil, avantajıma çevirerek filmi tamamlamaya çalıştım. Çünkü her film belli imkansızlıkları aşarak ortaya konulan eserlerdir. Sadece kameranız yoksa film çekemezsiniz, onun dışındaki imkansızlıklar film yapmaya engel değildir. Filmin ruhu, imkansızlıkları aştıkça daha da güçlenir. Tabii ruhu olan bir film yapıyorsak. Aksi halde yönetmencilik oynuyoruzdur.

Kendi hayat rutini içinde annesiyle birlikte yaşayan Rıfat’ın hikayesine ortak oluyoruz filmde. Rıfat’ın hayatı, esasında metropollerde yaşayan bizlerin de monotonlaşmış hayatını anlatıyor. Köyden kente göçün bir sonucu olarak şu an adeta robotlaşmış hayatlarımıza dair düşünceleriniz neler?

Bu ruh halinin kentle köyle orayla burayla pek bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bu bir insanlık hali bence. Monotonluk doğamızda olan bir şey. Hatta hayata daha hızlı adapte olmamızı ve daha rahat bir yaşam sürdürmemizi sağlayan ilkel bir yanımız. Bazen benliğimizin monotonluğumuz ve alışkanlıklarımızın altında ezilmeye başladığını fark ediyoruz. O aydınlanma anları bana çok kıymetli ve cezbedici geliyor.

Rıfat’ın hayatı, metro istasyonunda unutulan bir telefonun sahibi genç bir kadınla tanışmasıyla farklı bir hale bürünüyor, kayıp bir kitabın varlığı ile de romanlardakine dönüşüyor. Her birimizin tıpkı Rıfat gibi hayatımızda tutunacak farklı bir dal aradığımızı söyleyebilir miyiz? 

Rıfat’ı mutsuz, amaçsız bir karakter olarak görmedim hiçbir zaman. Herkes gibi rutini olan, sorumlulukları olan hatta tutunacak bir sürü dalı olan bir karakter.  Bizler de öyleyiz. Hayatın anlamsızlığını iliklerimize kadar hissettiğimiz anlarda bile kendimizi oyalayacak, tutunacak bir dal buluyoruz. Bir gün bir adam uçurumun kenarında gezerken ayağı kaymış ve can havliyle kuru çelimsiz bir dala tutunmuş. Bir süre yardım çığlığı attıktan sonra umudunu kaybetmemek için dua etmeye başlamış. “Tanrım lütfen beni buradan kurtar. Biliyorum buraya düşmeden önce aklıma gelmezdin, hayatımı kibirle ve anlamsızlıklar içinde yaşadım. Sana yalvarıyorum beni kurtar.” Bu yakarışın sonunda büyük bir sessizlik ve boşluk oluşmuşken adamın içinde çığ gibi büyüyen umutsuzluğunu dindiren bir ses gelmiş. “O halde tutunduğun dalı bırak.” Rıfat bu kadar ulvi bir sebepten ötürü olmasa da tutunduğu dalları bırakan bir karakter. Bence dal aramak yerine tutunduğumuz dalları bırakmayı deneyebiliriz. Pandemiyle birlikte birçok insanın tutunduğu dalları bırakarak daha mutlu olduğuna şahit olmuşsunuzdur sizde.

Özellikle son yıllarda insanların uzun süre bir şeylere odaklanıp izleme tahammülü daha düşük seviyelerde. Bu noktada kısa filmler de eskiye nazaran daha çok ilgi görüyor. Bu durum hakkında düşünceleriniz neler?

“Kültür”le çok alakalı bir durum bu. Sadece “tahammül” ile açıklayabileceğim bir şey değil. Bazen 5 saniyeye tahammül edemiyoruz. Bazen ise 3 saatlik güzel bir filmin içinde kayboluyoruz. Teknolojik gelişim, sosyolojik değişim, psikolojik etkiler gibi saymakla bitiremeyeceğimiz bir sürü algoritma var. Sebepleri umarım daha geniş bir zamanda konuşma fırsatı buluruz. Şimdilik sonuçları konuşmak daha doğru. Kısa film son yıllarda artan bir takım teknolojik imkanların ve bu imkanların getirdiği taleplerin neticesinde 5-10 yıl öncesine göre çok daha iyi yerlerde. Benim açımdan sinemamız adına sevindirici bir gelişme. Çünkü hem mesleki olarak zanaatiyle hem de manevi olarak sanat kısmıyla meşgulüm. Eskiden Müslüman mahallesinde salyangoz satıcısı gibiydik. Aslında sinema kültürü olan bir toplumuz. Maalesef biz bunu televizyon izleyip beyin eritme kültürüne evrimleştirdik. Neyse ki aramızdaki dinozorlar azalıyor.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Örnek verdiğiniz yönetmenler çok büyük ticari bağları olan, büyük işler başarmış insanlar. Onlar Instagram hesaplarında bile “story” yayınlasalar değer görürler. Ancak sinema kültürü oturmuş bazı ülkeler için söylediğiniz şey çok doğru. Yalnız kısa filme değil sinema sanatına değer veriyorlar. Bunun dışında sevindirici şeyler var: Son yıllarda takipçisi çok olan bazı festivallerde kısa film gösterimlerinin seansları dolu oluyor. Filmimi merdivenlerde oturup izleyen insanlar gördüm. Bu gerçekten onur verici ve aynı zamanda benim için mahcubiyet hissettiren bir şey. Bunun dışında artan “streaming TV” platformları artık adet olarak daha fazla ve süre olarak daha kısa içerikler talep ediyorlar. Şu an kısa film çeken herkesin aklında yüzde yüz istisnasız eminim ki filmini herhangi bir dijital platformda gösterme gayesi var. Bunlar kısa filmin eskiye nazaran daha değerli bir hale geldiğini gösteriyor. Mesela son dönemlerde her bölümü aslında birer kısa film olan diziler popülerleşiyor. Bunlar bakıldığı zaman kısa filmlerden oluşan diziler. Kitlesi ve piyasası giderek yaygınlaşan işler bunlar. Bu arada kısa filmin uzun metraj filme giden bir yol olması bizim sinemamıza ait bir özellik değil. Makul bir yöntem olduğu için bu böyle.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir