“Sanata Bakışım Görünmeyenin Ardındakine Bakmak”

Sinemanın büyülü dünyasında kendine özel bir yer edinen işlerin başında hiç kuşku yok ki bir edebiyat eserinden uyarlanan veya ondan esinlenerek yaratılan filmler geliyor. Her ne kadar edebiyat eserinin kendisinden alınan o duygunun bambaşka bir yanı olsa da ortaya çıkan filmin de görsel dünyası beyaz perdede bambaşka bir forma bürünüyor. Bu röportajımda konuğum olan Ümit Köreken de dünya prömiyerini 44. Moskova Film Festivali’nin Ana Yarışma’sında yapan ikinci uzun metraj filmi Bir Umut’un senaryosunu Anton Çehov’un Martı adlı tiyatro oyunundan esinlenerek Nursen Çetin Köreken ile birlikte yazdı.

İlk uzun metrajı Mavi Bisiklet ile 53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini kazanan Köreken’in ikinci uzun metrajı Bir Umut, sinemamızda çok rastlama olanağı bulmadığımız bir anne-oğul sevgisizliğini işliyor. Sinema filmlerinde rol almak isteyen ve babasının vefatının ardından 20 yıl boyunca anne sevgisinden mahrum büyüyen Umut’un hikayesine odaklanan filmin başrollerinde ise Baran Şükrü Babacan, Eylem Yıldız ve Funda Eskioğlu yer alıyor.

Ümit Köreken ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, neleri anlatmak istediğini, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka pek çok konuyu konuşma fırsatı buldum. Keyifli okumalar.

Dilerseniz ilk olarak filmin hikayesinin oluşum sürecini konuşarak başlayalım. Ünlü Rus öykü ve oyun yazarı Anton Çehov’un “Martı” oyunundan esinlenerek yazdığınız senaryonun hikayesi nasıl başladı?

Bir Umut’un hikayesi üzerine 2012 yılından bu yana çalışmalar yapıyoruz. Çehov’un öyküleri ve oyunları konusunda da geçmişte yaptığımız bazı çalışmalar vardı. Özellikle Martı oyunu ile ilgili bir çalışma yapmak istiyorduk. Temeline aldığı anne-oğul ilişkisi, sevgisizlik ve bağlanma bozukluğu temaları üzerinden bir yorumla Bir Umut’un hikayesinin temeline Martı oyununu koyduk.

Bir edebiyat eserinden -özellikle bir tiyatro oyunundan- esinlenerek hikayeyi sinemaya aktarmak hiç kuşku yok ki beraberinde çeşitli zorluklar da getirir. Sizin bu noktada zorlandığınız noktalar oldu mu?

Bir edebiyat eserinden esinlenerek senaryo yazmak bir yanıyla zor bir yanıyla kolay bir konu. Zor olan yanı o eserin derinliğini senaryoya nasıl geçireceğinizle ilgili, kolay olan yanı ise size bir yol sunuyor olması. Bu kolaylık ve zorluk durumlara göre değişkenlik de gösterebiliyor ve bazen tam tersi de olabiliyor. Martı oyununu temel noktaya alırken bizi zorlayan değil bize yol ve derinlik gösteren, işimizi bu anlamda kolaylaştıran noktalarla daha çok karşılaştık. Çünkü sevgisizlik, anne-oğul ilişkileri, bağlanma bozukluğu gibi temalar dünyanın her kültüründe ortak temalardır.

Filminizin senaryosunda sizin yanı sıra Nursen Çetin Köreken’in imzası da yer alıyor. Eşinizle olan senaryo yazım süreciniz nasıl ilerledi? Bir senaryoyu iki kişi ve özellikle eşinizle yazmanın ne gibi avantajları oldu?

Nursen Çetin Köreken’le uzun yıllardır birlikte üretiyoruz, birlikte yapıyoruz, birlikte yazıyoruz vs vs. Onun tek özelliği “eşim” olması değil. Bir senarist, yapımcı, yönetmen ve oyuncu. Bu nedenle bir “eş”le senaryo yazmanın çok ötesinde bir yol ve hayat arkadaşlığımız var.

İlk uzun metrajınız “Mavi Bisiklet”i memleketiniz de olan Akşehir’de çekmiştiniz. Bir Umut’un çekimlerini ise Bursa’da gerçekleştirdiniz. Çekimler için Bursa’yı veya İstanbul dışını tercih etmenizin nedenleri neler?

İlk uzun metrajlı filmimin hikayesi Akşehir için daha uygundu. Çok yakından bildiğimiz mekanlardı ve hikaye de kendi öz yaşam hikayelerimizden çok besleniyordu. Bir Umut ise bir büyük şehir hikayesi ve bunun için Bursa en iyi mekanlardan biriydi. Bursa pek çok yönüyle doğal bir plato gibi. Film çekerken de pek çok kaynağa (oyuncu, yerel destekler, lojistik gibi) kolay erişimi sağlayan bir bölge. İstanbul’a yakın olması da önemli bir avantaj. Bu nedenlerle Bursa’yı tercih ettik.

Sinema filmlerinde rol almak isteyen ve babasının vefatının ardından 20 yıl boyunca anne sevgisinden mahrum büyüyen Umut’un hikayesine ortak oluyoruz filminizde. Bu açıdan filmin aile içi hassas dinamiklere olan yaklaşımı da seyirciyi hikayeye bağlayan en önemli faktör. Aile içi ilişkilerin günümüzdeki durumuna ilişkin düşünceleriniz neler? Kusursuz bir ailenin varlığından söz edebilir miyiz?

Kusursuz bir insanın varlığından söz edemeyeceğimiz gibi kusursuz bir ailenin varlığından da söz edemeyiz. Bu noktada önemli olan bu kusurlarla ne yaptığımız ve nasıl başa çıktığımız! Kusurlara, travmalara, yaşadığımız acı olaylara takılı kalıp o bilinç düzeyinde mi kalıyoruz yoksa tüm bunları görüp, farkında olup kendimizin daha iyi bir versiyonunu oluşturmak için, iyi bir insan olmak için çaba mı sarf ediyoruz? Bir Umut’un asıl meselesi budur. Baş karakter olan Umut geçmişte yaşadığı travmalara ve anne sevgisizliğine takılıp kalmış, bu nedenle ergen bilincinden henüz çıkamamış yetişkin bir adamdır. Partneri Asiye’ye de annesiymiş gibi davranmakta ve bu olamamışlığının da normal karşılanmasını beklemektedir. İnsanlara daha yakından baktığınızda böyle insanların ne kadar çok olduğunu göreceksiniz. Toplumların çoğu acılarından beslenen, travmalarını hayatının ana noktasına koymuş olan insanlarla dolu. Hepimiz bazı şeylerden mahrum kalabiliriz. Hayat böyledir. Mahrum kaldığımız şeyleri nasıl dönüştürdüğümüz ise bizi diğerlerinden ayırır.

Sinemamızda daha çok baba-oğul arasındaki meselelere odaklanan filmleri izliyoruz. Bir Umut ise bu noktada kendini ayrıştırarak çok fazla tanık olmadığımız anne-oğul meselesine eğiliyor. İnsani duyguların özüne inmeye çalışan anlatımı ise hikayeyi destekliyor. Umut ve MS hastası annesi arasındaki bu bağı kurarken referans aldığınız eserler ve yaptığınız okumalar oldu mu?

İlk referansımız tabii ki hayatın kendisi. Gözlemlerimiz ve deneyimlerimiz. Sonrasında bu gözlemleri temellendirecek bilgiyi edinmeniz gerekiyor. Bu noktada çok fazla okuma yaptık. Özellikle anne-çocuk ilişkisi, sevgisizlik ve bağlanma üzerine yazılmış kaynakları okuduk. Bu temanın etrafında gezinen filmleri tekrar tekrar izledik. Tiyatro oyunlarına gittik ve oyun metinleri okuduk. MS konusunda ise okumaların yanı sıra İstanbul’da bir hastanenin MS polikliniğine gidip hastaları gözlemedik. Önemli bir nöroloji uzmanından da danışmanlık aldık. Filmde anne karakterindeki pek çok ayrıntı o gözlemlerimiz soncunda oluştu. Anne-oğul ya da anne-çocuk meselesi sinemamızda çok fazla görülmese de dünya sinemasında çok güzel örnekleri var. Burada önemli olan hikayeye nasıl yaklaştığınız. Biz hikayelerimizde her zaman objektif olmaya ve izleyiciyle bu yolla iletişim kurmaya çok önem veriyoruz. İnsani duyguların derinlerine indikçe eseriniz izleyicide daha fazla karşılık buluyor ve konuşacak daha fazla konunuz oluyor. Filmin dünya prömiyerinde, Türkiye prömiyerinde ve İstanbul prömiyerinde izleyici ile olan soru cevaplarımızın hepsi birbirinden tamamen faklıydı. Bu da filmin farklı katmanlarda filmin okunabildiğini gösterdi ki bu yönetmen olarak en çok doyum sağlayan konulardan biridir benim için.

Sevgisizliğin yarattığıyla var olmaya çalışan Umut’un annesi ve eşiyle olan ilişkinin arasında kaldığı boşluk, Baran Şükrü Babacan’ın da etkili performansıyla seyircisini de arafta bırakıyor. Filminizin buzdağının görünen yüzündeki ilişkiler üzerinden buzdağının altındaki görünmeyen devasa kütleye odaklandığını söyleyebilir miyiz?

Ben yıllarca tiyatro oyunları, radyo oyunları, öyküler yazdım. 2010 yılında ilk senaryomuz Mavi Bisiklet’i de kendi tiyatro oyunumuzdan uyarlayarak girmiştik. Benim edebiyata, sanata bakışım tam olarak görünmeyenin ardındakine bakmak, sıradan gibi görünene yakından bakmak, o konuda farkındalığımı artırmak, izleyici ile bu yolla bağ kurmaktır. Yüzeyde gezinen şeyler sadece birer görüntüdür, surettir. Asıl görünmeyen şeyler daha derinlerde yatar ve birbirine örümcek ağı gibi bağlıdır. İnsanlar da böyledir. Birimizin sonucu bir diğerimizin nedeni olur, dolaylı ya da direkt olarak. Sokaklarda yürürüz ama görünmeyen bağlarla birbirimize bağlıyızdır. Bunu Bir Umut’ta ya da Mavi Bisiklet’te olduğu gibi daha yakından bakınca görebiliriz. Tabii bakmaya cesaretimiz varsa ve bu konuda algımız açıksa. Ama yüzeyde gezinen şeylerle ilgileniyorsak benim filmlerin o izleyiciler için uzun vadede bir şeyler ifade edebilecektir. Ben her iki filmde de izleyiciden benzer cümleler duydum: “Bu filmi bir kere daha izlememiz lazım, çok fazla ayrıntı ve gönderme var.” Yüzeysel bakış açısında olan insanların bunu anlaması çok zor. Hikayenize bu derinlikte baktığınız ve işlediğiniz zaman tabii ki oyuncu da bu derinliği hissedebiliyor. Onlarla da konuşacak çok fazla konunuz oluyor. Baran da senaryoyu ilk okuduğu andan itibaren Umut karakteri ile ilgili çok heyecan hissetti ve ön hazırlıkta iki hafta boyunca yaptığımız provalarda ve set boyunca her sahnede karakteri daha iyi anlamaya, geliştirmeye çaba gösterdi. Umut karakteri ve Baran Şükrü Babacan eşleşmesi son yıllarda sinemamızdaki en iyi karakter eşleşmelerinden biridir bana göre ve bunu da gören gözler gördü. Göremeyenler ise uzun vadede göreceklerdir.

Ebeveyn sevgisinden uzakta büyüyen çocukların yaşamlarının ilerleyen döneminde içine düştükleri duygusal boşluk, çeşitli bilimsel araştırmalar ve adli vakalardaki bulgularla da açık şekilde gözlemlenebiliyor. Bu noktada Umut’un anne sevgisi, şefkati ve koruma içgüdüsünü kendisinden yaşça daha büyük Asiye’de bulduğunu ikili arasındaki ilişkide de belli ipuçlarında görebiliyoruz. Umut ve Asiye arasındaki bu dengeli ilişkiye dair sizin söylemek istedikleriniz neler?

Umut ve Asiye arasında tamamen dengesiz bir ilişki var. Asiye sosyo-kültürel olarak Umut’tan farklı. Entelektüel bir karakter. Bir tiyatronun yöneticisi ve yönetmeni. Risk alan bir karakter. Umut ise olmaya çalışan bir karakter. Anne sevgisizliğini Asiye ile gidermeye çalışıyor. Toplumuzdaki çoğu ilişkiye bakın benzer bir kod görebilirsiniz. Anne yoksunluğu hisseden, bağlanma bozukluğu yaşayan erkekler, bununla yüzleşmediği sürece partnerlerini bir anne gibi görmeye başlarlar. Bu başlangıçta annelik duygularından dolayı kadına da iyi gelebilir. Fakat bunun farkında olan hiç kimse uzun vadede böyle bir ilişkiyi tercih etmez. Dönem dönem ilişkilerde bu rollere girilebilir ama sürekliliği de önemli bir sorundur. Ebeveyn sevgisinden, ilgisinden ve şefkatinden mahrum kalmak insanın yaşamında ilişkilerden iş yaşamına kadar tüm süreci etkiler. Fakat yetişkin insan bunun farkına vararak bunu değiştirmek için çaba sarf edendir. İnsan umutlu olmak ve kendi yaşamının kısır döngüsünü değiştirmek istiyorsa alamadıklarının farkındalığıyla aldıklarının kazanımlarını harmanlayıp yoluna devam edebilmeli. Diğer türlü sorunları hep “ötekiler” üzerinden aramaya başlıyor insanlar. Kendi içine, aile sistemine, ebeveynleriyle ve toplumla olan ilişkilerine, kibrine, olgulaşamamışlığına bakmak yerine “Şimdi bu haldeysek sebebi onlar” demek herkes için çok kolay. Festivallerdeki ödül törenlerinde konuşulanlardan tutun da senaryo yazım aşamasında konuşulanlara kadar hep bir öteki üzerinden çözüm arama derdi var. Kendimize bakmalıyız. Travmalardan beslenmek yerine kısır döngüyü kırmak için neler yapıyoruz? Buna bakmalıyız. İnsanlarla kurduğumuz ilişkilere bakmalıyız. Hikayemizde kurduğumuz dünya bize mi ait yoksa birileri bizden öyle istiyor diye mi yapıyoruz? Buna bakmalıyız. Kendimize karşı ne kadar dürüstüz? Konfor alanlarımızdan çıkabiliyor muyuz? Sürekli ötekini suçlayarak yaşamak da bir süre sonra bir konfor alanına dönüşebilir. Bu nedenle ben yazdığım her şeyde hep kendime, kendi eksikliklerime, yüzleşemediğim karanlık noktalarıma, takılıp kaldığım yerlere bakmaya çalıştım. Böyle de devam edeceğim.

Filminizin çekim öncesi hazırlık ile çekim süreci pandemi dönemine denk geldi. Pandemi dönemindeki set ziyaretimde gözlemlediğim kadarıyla da çekimlerde ekibin mevcut koşullara oldukça dikkat etmesiydi. Bu zorlu koşullarda filmi çekmek size ve ekibe ne gibi zorluklar yaşattı?

Pandemi dönemi hepimizde çok farklı izler bıraktı. Sinema sektörüne de ciddi yansımaları oldu ve bundan sonra olacaktır da… Kuşkusuz zor bir dönemdi. Biz tüm önlemlerimizi almaya gayret ettik. Hiçbir sağlık sorunu yaşamadan da setimizi tamamladık. Bunda gösterdiğimiz özen ve yaptığımız hazırlıkların etkisi vardı elbette. Ekibin tek kişilik odalarda konaklamasından tutun da yemek servisine, sete gidiş gelişlerde kullanılan servislerdeki oturma düzenlerinden setteki bekleme yerlerine kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar planladık. Oyuncularla ön yapıma girmeden önce online olarak görüşmelere başladık. Her hafta toplantılar yaptık ve karakterler üzerine konuştuk. Ön yapımda ve yapımda çok acil bir durum yoksa tüm ekibin Bursa’da kalmasını sağladık. Tabii ki filmi çekerken pandeminin getirdiği zorlukları fazlasıyla yaşadık. Ama film yapıyoruz. Zorluklar olacaktır. İnsanlar çok daha zorlu dönemlerde filmler, eserler üretmeye devam etmişler. Sürekli “Şöyle zordu, böyle zorlandık, bütçemiz çok azdı vs. vs.” gibi söylemleri de tıpkı travmalara olan bağımlılık gibi görüyorum. Biz içinde bulunduğumuz konumda ve şartlarda elimizden gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyoruz. Eksiklikleri tabii ki olacaktır ve hayat da sanat da böyledir. Kendinizi büyüterek ve tamamlayarak gidersiniz.

Bir anne-oğul sevgisizliğinin ve bağlanma bozukluğunun işlendiği filmde Martı oyununun provaları da yer alıyor. Filmin de Martı oyunundan esinlenerek yazıldığını göz önüne aldığımızda tiyatro sanatına olan bu ilginiz genel mi yoksa bu film özelinde gelişen bir durum mu oldu?

Ben 1997-2001 yılları arasında bir belediyenin tiyatro grubunda oyunculuk yaptım ve dört oyunda rol aldım. 2001 yılına kadar öyküler yazarken ilk profesyonelliğe adımımı radyo tiyatrosu ile attım. O zamanlar tiyatro benim hayatımın odak noktasını oluşturuyordu. Hala da iyi bir izleyiciyimdir. Sinemaya ilk yönelimlerim ise daha önceye dayanır. Ben liseyi yatılı okulda okudum. Okulun tiyatro kulübünde çok aktiftim ve tiyatro provalarımızı aynı zamanda sinema salonu olan salonda yapıyorduk. Okula her hafta sonu en az üç tane film geliyordu o zamanlar. Tiyatro kulübünde olduğumuz için biz tüm filmlere ücretsiz girebiliyorduk. Her filmi en az iki üç kez izliyordum. Tabii ki ana akım filmlerdi bunlar. Liseden sonra Ankara’da yaşamaya başladım ve 1996 yılının Mart ya da Nisan ayında Kızılırmak Sineması’nın önünden geçiyordum. Sinemanın önünde durdum ve afişlere baktım. Bir filmin afişi inanılmaz ilgimi çekti. Seansı başlayalı beş dakika olmuştu. Koşa koşa gidip bilet aldım ve o filmi izledim. Salonda 15-20 kişi vardı. Filmi büyük bir heyecanla ve hayranlıkla izledim. Şimdiye kadar izlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Ertesi gün ve sonraki gün de aynı filme gittim. Sinema aşkım ve merakım tam da o filmden sonra başladı.

Dante’nin “İlahi Komedya” adlı eserinin “Inferno” (Cehennem) bölümünden bir kısım, orijinal Latince metni ile Ozan Türkyılmaz tarafından film için özel olarak bestelendi. Ayrıca filmin içerisindeki diegetik ve non-diegetik tüm müzikler de karakterlere özel olarak bestelenmiş. Filmin müzikleri konusundaki bu özel çalışmada Türkyılmaz ile nasıl ilerlediniz? Süreci nasıl yönettiniz?

Ozan Türkyılmaz ile Mavi Bisiklet’in yapım sürecinden bu yana birlikte çalışıyoruz ve zaman içinde çok iyi dost olduk. Sadece film müzikleri alanında değil pek çok projede birlikte çalışıyoruz şu anda. Filmin yapım sürecinde de hep birlikteydik. Filmi bitirdikten sonra ben telefon müzikleri, araç içi müzikleri için özgün şeyler olsun istiyordum. Ozan bu konuda çok üretken bir müzisyendir ve kurgu bitmeye yakın çalışmalarına başladı. Aslında sette, filimin içinde canlı yer alan müzikleri de Ozan tasarladı. Müzik de bir arayış işidir ve Ozan da iyi bir araştırmacıdır. Kurgu bitmeye yakın bana Bir Umut’un hikayesinin ve finalinin kendisine bir şeyler çağrıştırdığından bahsetti. Fakat bulamıyordu bir türlü. Ve sonunda bir gece arayıp bulduğunu söyledi. Dante’nin İlahi Komedya adlı eserinin Inferno (Cehennem) bölümünün giriş bölümü tam da Bir Umut’un hikayesini özetliyordu. Bunu bana okuduğunda gerçekten bu benzerliğe şaşırmıştım. Yaratıcılık böyle bir şeydir. Pek çok kaynaktan beslenirsiniz, kendinizi donatırsınız ve ummadığınız bir anda karşınıza çıkıverir biriktirdikleriniz. Ozan, İlahi Komedya’nın o bölümünün orijinal Latince dilindeki metinlerini İtalya’da bir online kütüphanede buldu ve o metinler üzerinden beste yaparak çok önemli bir orkestrayla parçayı seslendirdi. Benim için çok yaratıcı ve özel bir süreçti. Biz tüm filmlerimizde senaryo aşamasından, sound design aşamasına kadar bu yaratıcı sürecin ortaya çıkması için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz.

Uzun metrajlarınızın yanı sıra “Çizgi” ve “Kiraz Bekçisi” adlı iki kısa filminiz ile “Muhammed Ali” isminde bir belgesel projeniz de mevcut. Kısa film, belgesel ve uzun metraj arasında senaryo yazımı, oyuncu yönetimi ve çekim teknikleri gibi noktalarda ne gibi farklılıklar bulunuyor? Kendinizi hangisinde daha özgür ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz?

Kısa film, belgesel ve uzun metraj konularında önemli deneyimler elde edindik. Tabii ki hepsinde farklılıklar var. Hatta uzun metrajlı filmlerin kendi aralarında da önemli farklılıklar var. Ben burada farklılıklardan ziyade zenginliklere odaklanmayı seviyorum. Her biri farklı bir zenginlik sunuyor çünkü. Bazen bir kısa öykü okursunuz ve en az bir roman okumuş kadar tat alırsınız. Bazen birisiyle sohbet edersiniz ve her şeyden fazla keyif aldığınızı hissedersiniz. Bazen de uzun uzun konuşmayı, tekrar tekrar bir araya gelmeyi, beraber sessizce yol yürümeyi tercih edersiniz. Bunların hepsinin ayrı hazları vardır ve dönem dönem her birine ihtiyaç duyarsınız. Ben her bir türe ilgi duyuyorum. Şimdi de dijital mecraya dizi/ler yapmak istiyoruz ve bunların hazırlıkları içindeyiz. Onun da ayrı bir hazzı olacağını düşünüyorum. Bir hikaye anlatıcısı iseniz deneyebileceğiniz pek çok yol var ve denemelisiniz.

İlk uzun metrajınız Mavi Bisiklet’in ardından ikinci filminize de imza attınız. İlk filminizde isteyip de yapamadığınız ve bu filmde başardığınız veya “Şunu daha iyi yaptım” dediğiniz noktalar var mı?

Yaptığım filmlere başaramadığım ne var, bir dahakinde daha iyi başaracağım diye bakmıyorum. Her biri kendi içinde ve şartlarında değerlendirilmesi gerekiyor. Büyüyoruz, dönüşüyoruz ve olgunlaşıyoruz. Bu da filmlerimize yaklaşım biçimlerimizi değiştiriyor. Önemli olan bu sürecin kendisi.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız yeni projeler varsa ufak tüyolar paylaşabilir misiniz?

Dijital platforma yapmak istediğimiz dizi projelerimiz var ve uzunca zamandır üzerinde çalıştığım üçüncü uzun metrajlı filmimin hikayesi var. Dijital platforma yazdığımız hikayelerimizden biri de insanlar arasındaki görünmez bağlar üzerine… İlk sinema filmimde haddinden fazla sorumluluk alan, erken büyümüş bir çocuk vardı. İkinci filmimde sorumluluk alamamış, büyüyememiş bir adam vardı. Üçüncü filmimde ise kendi doğasını aşmak için sorumluluk alan, arayan, olgunlaşma yolundaki yazar bir annenin hikayesi olacak.

PAYLAŞ

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir