“Sanat Hepimizin Ortak Noktası”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 65. haftasından herkese merhaba. Son yıllarda inanılmaz boyutlara ulaşıp toplumsal olarak ciddi sonuçlara yol açan kadına yönelik şiddet, uzun veya kısa metraj fark etmeksizin yönetmenler tarafından daha güçlü işleniyor. Bu haftaki konuğum Recep Bozgöz de suç temalı hikayesiyle bu yönde bir üretim gerçekleştirerek olgun bir işe imza atıyor. Kocasından bir süredir hem psikolojik hem de fiziksel şiddet gören Deniz’in bilinmezliğe doğru gittiği yolculuğunda karşılaştığı bir çiftle kesişen hikayesini anlatan Benden Korkmana Gerek Yok, üzerine konuşacağımız film olacak. Filmin başrollerinde yer alan isimler ise Sinem Köseoğlu, Tansu Biçer ve Ece Yüksel.

Recep Bozgöz ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Recep Bozgöz?

Uzun bir cevap vermek istemem. Ronaldo ve Benden Korkmana Gerek Yok kısa filmlerinin yönetmeniyim. Aynı zamanda moda filmleri ve başka video işleri yapıyorum. Elinden geldiğince çeşitlendirip üretme amacında birisi diyelim.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Instagram arşiv özelliği sağ olsun geçenlerde hatırlattı, aslında bu filmi 2018’de yazmaya başlamışım. 2021’de tamamladık filmi. Yani her şeyiyle yaklaşık üç yıl.

Filmin ortaya çıkış hikayesi nasıl gerçekleşti? Kurgusal yönü mü daha ağır yoksa gerçek hayattan esinlenerek mi oluştu?

Aklımda bir hikaye yoktu. Arayış içindeydim ve o sıra Murathan Mungan’ın Terastaki Havlu şiirine denk gelmiştim. Ve orada da bir pansiyonda geçen bir tanışma hikayesi vardı. Daha çok aşk üzerineydi ama bu pansiyon, otel gibi yerlerin insanları bir araya getirme durumu üzerinden bir anda yol kenarı bir otelde geçen daha karanlık bir hikayeye evrildi zihnimde.

Kocasından bir süredir hem psikolojik hem de fiziksel şiddet gören Deniz’in bilinmezliğe doğru gittiği yolculuğunda karşılaştığı bir çiftle kesişen hikayesini izliyoruz filmde. Günümüz Türkiye’sinde kadınların maruz kaldığı her türlü erkek şiddeti, baskısı ve tacizine karşı bir hikaye ortaya koymak bir erkek olarak size nasıl sorumluluklar yükledi?

Karakterimin Türkiye’de yaşayan bir kadın olması tabii ki üstünüze bir sorumluluk yüklüyor. Ben de bunun farkında olduğum için kendi başıma bu hikayeyi yazmak istemedim. Hem senaryoyu yazarken hem de ekipte olabildiğince kadın arkadaşımla çalışmak istedim. İdil Ademir ve Öykü Çetin’le beraber senaryoyu baştan yazdık. Onlar elimdeki hikayeden yola çıkarak sıfırdan bir senaryo oluşturdular. Ve onların bakış açısıyla, biraz daha o üzerimdeki yük hafifledi diyebilirim.

Filmde kocasından şiddet gören bir kadının yanı sıra evlilikten önce hamile kalan ve müstakbel eşiyle adeta hesap vermek için ailesini ziyarete giden bir kadın yer almakta. Toplumsal yapı içinde örneklerine sıkça rastlayacağımız bu duruma karşı en başta bir yönetmen olarak nasıl yaklaşım gösterdiniz ve gözlemler yaptınız?

Zorunlu bir evlilik durumu aslında çokça gördüğüm bir şeydi. Çocuk olacağı öğrenilir ve aile hemen evlendirmek ister. Karşıdaki kişinin iyi mi kötü mü olduğu önemli değildir. Hamileliğin fiziksel olarak anlaşılmaması için hızlıca evlendirmek gerekir. Konya’da doğdum. Sadece orası değil ama İç Anadolu’da şehirde ve özellikle kırsalda çok sık görülen bir durum aslında. Hatta bu yüzden ailelerin onayı olmayan bir evlilik durumunda çiftler gizlice çocuk yapıp aileleri evliliğin kabulüne ikna edebiliyorlar. İmkansız görünen aşkların bir nevi çözümü olarak da görüldüğü durumlar olabiliyor yani.

Kadınların üstüne bir karanlık gibi çökmeye çalışan ataerkil sistem ve erkek hegemonyasını, neredeyse tamamının gece gerçekleşen olaylarla oldukça kasvetli bir atmosfer kurarak anlatıyorsunuz. Bu tercihinizi ön plana çıkaran unsur hangisi oldu?

Sinematografi benim için çok önemli. Ama şanslıyım ki beni iyi anlayan bir görüntü yönetmeniyle çalışıyorum iki filmdir. Ersin Gök’le ilk filmimde çalışmaya başladık ve onun benim düşündüklerimin dışındaki katkıları da çok besledi. Mesela kırmızı ışık. O aslında kanı ve kötü olan başka şeyleri temsil ediyor ve sürekli görüyoruz. Onun fikriydi. Onun dışında da Ronaldo çok aydınlık bir filmdi. Karanlık kontrol edilmesi daha zor bence ve bunu denemek istedim. Eğer o kasvet ve gerilim geçtiyse ne mutlu. Hatta belki de daha karanlık olmalıydı.

Benden Korkmana Gerek Yok, bir kısa film olmasına karşın oturmuş senaryosu, başarılı oyunculukları ve konuyu işleyiş tarzıyla adeta bir uzun metraj izliyormuş hissiyatı veriyor seyirciye. İlerleyen süreçte uzun metraj versiyonunu da çekmeyi düşünüyor musunuz hikayenin?

Teşekkür ederim. Açıkçası uzununu da yaparım diye düşünüyordum zaten. Hatta kısasını yapmış olmak avantaj da olabiliyor her açıdan. Fakat tam filmi bitirdiğim süreçte başka bir hikaye beni içine çekti. Şimdi ona hazırlanıyorum.

Mevcut durum içinde kadınların varoluş mücadelesini işleyen kısa ve uzun metraj filmlerin son yıllarda sayısının daha fazla artması, sistemin daha da köreldiği günümüzde adeta bir umut ışığı oluyor. Bu değişim yeterli mi yoksa alınması gereken daha fazla yol var mı?

Festivallerde denk geliyorum diğer filmlerle. Ve fark ettiğim o ki sorunlar üzerine filmler ya da bu şekilde karanlık görünen hikayeler aslında son dönemde festival seyircisinin bile ilgisini yitirmiş gibi görünüyor. Özellikle pandemiden sonra insanlar daha mutlu filmler izlemek istiyor. Aynı şekilde dijital platformlar da etkili bu konuda. O yüzden “good feeling” olmayan hikayeleri ısrarla anlatmak istiyorsanız, bence yeterince cesursunuz.

Özellikle son yıllarda ülkemizde çekilen kısa filmlerde uzun metraj veya dizilerde rol almış tanıdık yüzleri daha sık görmeye başlıyoruz. Bu durum hiç kuşku yok ki ilk kısa filmlerini çeken yönetmenleri de heveslendiriyor. Oyuncu kadronuzda yer alan Tansu Biçer ve Ece Yüksel gibi başarılı isimlerle çalışmak sizin için nasıl bir tecrübeydi?

Ronaldo’da gerçekten o yörede yaşayan “gerçek” insanlarla çalışmak daha doğru gelmişti. Ama bu hikaye biraz daha sert ve iyi bir oyunculuk gerektiriyordu. Tansu Biçer benim hep en sevdiğim oyunculardandı. Hatta filmin drive’da dosyalarını oluştururken o dosyaya Tansu’nun fotoğrafını projenin en başında koymuştum. Bir şekilde mailine senaryomu attım ve okuduktan sonra dahil olmak istemesi çok hoşuma gitmişti. Ve o sırada yoğun dizi vs. temposu varken belki de en çok çalıştığım oyuncu olmuştu. Ece Yüksel de aynı şekilde Emin Alper’in Kız Kardeşler filminde izleyip hayran kalmıştım. O da aynı şekilde müthiş bir özveriyle dahil oldu. Şu anda birçok filmde bu durum var. Bence sanat hepimizin ortak noktası. Bir de maalesef kısa filmin Türkiye’de fon olarak pek desteklenmediğini düşünürsek, sektördeki oyuncusundan sanat yönetmenine, görüntü yönetmenine insanlar projeye dahil olarak destek olmak istiyorlar.

Oyunculardan söz açmışken Deniz karakterine hayat veren Sinem Köseoğlu’na da ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Yoğun duygusal bunalımı yansıtmadaki başarısı filmi çıtasını yükselten noktaların başında geliyor. Kendisiyle karakteri üzerinde nasıl bir ön hazırlık ve çalışma süreci geçirdiniz?

Sinem inanılmaz. Onu kast direktörüm Umut Armağan sayesinde buldum. Hatta en son bulduğumuz oyuncu o aslında. Orada başka insanlarla da görüşüyorduk ama Sinem’in yüzü bir kere bana göre kamerada her şeye inanılmaz oturan bir yüz. Deniz karakterinin bazı davranışları konusunda zıt görüşleri de vardı. Yani tam bir uzlaşma yoktu fikren aramızda. Ama onun o Deniz ile olan karışıklığı filme çok yaradı. Çünkü Deniz tam da Sinem’in oynadığı gibi arada bir karakter. Sinem’i her filmde daha sık görmek mutlu eder beni.

Benden Korkmana Gerek Yok ikinci kısa metrajınız. İlk kısa metrajınıza göre “Şunu daha iyi yaptım” dediğiniz noktalar oldu mu?

Film çekerken öğrendiğiniz birçok şey oluyor. Tabii ki bu filmde de oldu. Ama hepsini ayrı değerlendirmek gerekiyor. Yine de Benden Korkmana Gerek Yok daha atmosferi yüksek bir film gibi geliyor bana. İnsanların bana dönüşleri bu oluyor.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Bence kısa film özellikle uzun çektikten sonra büyük bir avantaj. Kısa film eğer doğru fonlanırsa ve dağıtılırsa yapım süreci daha kısa ve bir yönetmen için böylece daha sık bir film çekme ihtimali doğuyor. Ben uzun çektikten sonra da kısa özellikle çekmek istiyorum. Hatta şu an uzuna hazırlanırken aslında çekmek istediğim iki kısam daha var. Ronaldo aslında bir üçlemeydi. Onun geri kalan iki filmini ya uzundan sonra ya da önce çekmeyi istiyorum.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Aslında aralarda söyledim. Şu an için uzun metrajımla fon arama sürecindeyiz. Onun dışında sadece illa film olması gerekmiyor. Bazı kısa videolar var çekmek istediğim. Tam olarak kısa film gibi konumlayamayacağımız. Onları da yapmak istiyorum. Filmi izleyen herkese de buradan selam olsun.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir