Kiyarüstemi: Sansür Kapana Kıstıran Bir Şey Değil

İran Sineması’nın dünyaca ünlü yönetmeni Abbas Kiyarüstemi, sansür kavramına getirdiği farklı yorumla sinema çevrelerinin büyük ilgisini çekiyor.

Sansürün sinemacılar tarafından bir sığınak olarak kullanıldığına dikkat çeken usta yönetmen, bu nedenle yasakların yönetmenleri sınırlandırmaması gerektiğini ifade ediyor. Kiyarüstemi, sınırlandırmaların büyük yapıtların ortaya çıkması için birer fırsata dönüştürülmesi gerektiğini savunuyor. Türkiye’de yaşanan sansür tartışmasına önemli katkılar sağlaması amacıyla, usta yönetmenin bir televizyon kanalına verdiği röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz.

YAPMAK İSTEDİKLERİMİ HEP YAPTIM

Devrimden önce ya da sonra, sansürün benim çalışmalarımı etkilemediğini söyleyebilirim. Ancak bu kendisinden doğallıkla bahseden filmciler için geçerli olmayabilir. Bence İran’da şimdiye dek sansür diye bahsedilen şey çoğunlukla dini kısıtlamalar olarak algılanmalıdır. Sansür düzenli kuralların olmadığı yerde ortaya çıkar. Kimileri filmlerden bazı sahneleri atmaya karar verebilir. Şimdilerde kadınlar başlarını hafifçe örtseler bile görünemiyorlar. Temasla ilgili de katı kurallar var.

Açıkçası kendi kendimizi sansürlemediğimizi söyleyemem. Ancak kuralları çok çabuk öğreniyoruz. Ve kendimizi bu şartlara göre konumlandırıp filmimizi yapıyoruz. Şimdiye dek hep, yapmak istediğim filmleri yaptım. Basit bir şekilde kodları kullanıp sıradan bir hikâyeyi bir filme dönüştürmek istediğim için bu filmleri çevirmedim. Kodlardan kaçınıp basit bir hikâyeyi filme dönüştürmek istedim.

Genelde karı kocaların evlerindeki ya da odalarındaki hallerini anlatan konular seçmedim. Çünkü bir film yaparken hikâyeye kendiniz inanmalısınız. Bir dizi yalanı daha büyük bir gerçeğe ulaşmak adına art arda yerleştirirsiniz. Örneğin bir ailenin gerçekliğini göstermek için gerçek bir aile kullanmak zorunda değiliz. Koca bir yerden gelebilir, karısı başka bir yerden; Bir çocuk bulup bir daire kiralarsınız. Ancak tüm bunların birlikteliği bize ‘aile’yi vermelidir. Ve bu aile hepimiz için son derece tanıdıktır. Bu, mahremiyeti ve birbirine güveni olan kişilerin birlikteliğidir. Çocuğun annesi hakkında planları yoktur. Kocanın karısının saçıyla bir derdi yoktur. Ama vizörden bakıp bunun gerçek bir aile olmadığının farkına varırsam birbirleriyle gerçekten bir ilişkileri yok. Tüm bu ‘yalanlara’ rağmen bu aile kavramını oluşturmak zordur. Nasıl yaşadıklarını gösteremiyorsam bunun bir aile olduğunu söyleyemem. Babam annemin saçını görebiliyordu. Bir çocuğun ninesinin saçını okşamasında bir sorun yoktu. Bu ise benim bilmediğim bir aile, bilmediğim için de ona nüfuz edemiyorum. Demek istediğim, kendiliğinden ev içindeki kadın-erkek ilişkisini düşünmekten kaçınıyorum. Farkına varmaksızın film yapmak için köylere gidişimin sebebi belki de budur.

SANSÜR BİZİ KAPANA KISTIRAN BİR ŞEY DEĞİL

Sansür sorunu hep vardı. Özellikle İran’ın dışındayken, ilk ya da ikinci soru bu olur. Batıda bana, İran’daki sansür hakkında soru sorduklarında kırılıyorum. Bizim inanılmaz bir sansür ve korkunç şartlar altında çalışan bir Üçüncü Dünya ülkesi olduğumuzu düşünüyorlar. Bana kalırsa, sansür sorunuyla sadece filmciler olarak değil hatta İran vatandaşı olarak da her zaman karşı karşıyayız. Sansürü hep yaşadık. Sansür ailemizde başlıyor, çünkü bizim için neyin iyi neyin kötü olduğuna anne-babamız karar veriyor. Okullarda eğitim anlamında daha katı bir disiplin var. Bu durum meslek edinmemize dek devam ediyor. Örneğin yönetmen oluncaya dek. Bence sansür bizi kapana kıstıran bir şey değil çünkü onunla baş etmenin bir yolunu buluyoruz. Aslına bakarsanız, tüm toplum bununla başa çıkmanın yolunu öğrenmiş. Biz yönetmenler de diğer meslektekiler gibi bu büyük gücün karşısında durmayı ve bir şekilde idare etmeyi biliyoruz. Bu hayatımızın bir gerçeği. Bizim konumumuzdakiler için sinema bir araç. Bir yönetmenin işinin gereği koşulları ne kadar zorlaşırsa bulduğu çözümler ve anlatım yolları da o kadar iyi oluyor. Mimar olan bir arkadaşım üzerine bina yaptığı bazı arsaların son 20 yıldır kullanışsız olduğunu söyledi. birisi ona hangi binaları tasarladığını sorduğunda bunlardan birini örnek gösteriyor. Çünkü bu standart dışı koşullar onun daha yaratıcı olmasını sağlamış. bu şekilde alanında yeniliklere imza atmış. Film ya da sanat konusuna dönersek sanatın, sanatçı için zor ve beklenmedik şartlar altında ortaya çıktığı doğru. Bunu söylerken ihtiyatlı davranıyorum, özellikle de İran’ın dışında. Bu kısıtlamaları haklı buluyor ya da sansürü bir sorun olarak görmüyor gibi düşünebilirim. İnsanlar korktuğum için, ülkemden ve hükümetten destek aldığım için böyle konuştuğumu sanabilir. Ülkemin dışındayken onunla ilgili olumsuz şeyler duymak istemem. İran’da sansür varsa da bununla biz kendimiz baş etmeliyiz. Babam şöyle derdi: “Kafan kırılacaksa kendi şapkanı takarken kırılsın.” Bundan başka yerlerde bahsetmemeliyiz. Çünkü faydası yok. Bizim düğümlerimizi bir başkası çözemez. Bu yüzden, İran’ın dışındayken sansürden bahsetmiyorum özellikle de yabancı basına. Onlara, sizde sansür yok mu diye soruyorum. Hükümet sansürlüyor ancak maddi destek de veriyor. Geçtiğimiz yıllarda yaşamım ve işimdeki olumlu duruma bakarak sansürün benim için büyük sorun olduğunu söyleyemem. Bunu onaylamıyorum, sadece sansürcülerin kendi işlerini yaptığını bizim de kendi işimizi yapacağımızı söylüyorum. Son kertede ayakta kalacak olan, bizim işimizdir.

BATIYA HOŞ GÖZÜKMEK İÇİN DEĞİŞEMEM

Yurtdışındaki festival resepsiyonu bir anlamda destekti ve bize özgüven sağladı. Kendinize güveniniz varsa daha cüretkar oluyorsunuz ve yeni şeyler deniyorsunuz. Ülkemizde çok fazla destek görmüyoruz. Bir filmin standartlardan birazcık sapması dar görüşlülükle ve bazı eleştirmenlerin yetersiz bilgileriyle karşılanıyor. Medyada güçlü konumda ki bu kızgın eleştirmenler filmlere acımasızca saldırıyorlar. İnsanların ya da film yapımcılarının düşündüklerine muhalefet ediyorlar. Bazen de insanların hatta yapımcıların gözlerini aleyhte düşünce ile boyamayı başarıyorlar. İran’ın dışında filmlerin bazı yönleri çok daha fazla ilgi çekiyor. Ve bu da bize biraz daha güven veriyor. Bunu inkâr edemem. Ama bu güven, film çekme yöntemimi ve tekniklerimi Batılı eleştirmenlerin beğenilerine uygun şekilde değiştirmeme sebep olmuyor. Ne zaman bir filme başlasam filmin tarzını belirleyen şey içeriği oluyor. Batılı eleştirmen ya da festivallere daha hoş gelecek diye herhangi bir şeyi değiştirecek değilim. Her film kendi ihtiyaçlarına göre şekilleniyor.

Bilinçli olarak yapılmamış olsa da bütünlük gösterircesine, tüm filmlerimin aynı şeylerden bahsettiği görülebilir. Bir yönetmenin aslında tüm hayatı boyunca tek bir film çektiği, ama bunu zaman içinde izleyicileri için farklı sinemasal bölümlere ayırdığı söylenir. Sevdiğim şeylerden bu şekilde bahsetmem zor. Onları filmlerimde görebilirsiniz. Beğendiklerimden daha kolaylıkla bahsedebilirim. Beğenmediğim şeyleri filmlerimde görmezsiniz. Hiçbirinde hikâye anlatmaya takılıp kalmaktan hoşlanmam. İzleyiciyi duygusal olarak tahrik etmeyi ya da ona tavsiye vermeyi sevmem. Onu küçümsemekten ya da suçlu hissettirmekten hoşlanmam. Filmlerimde yapmaktan hoşlanmadığım şeyler bunlar. Bence iyi bir filmin etkisi uzun sürelidir. Siz salondan ayrıldıktan sonra onu kafanızda yeniden inşa edersiniz. Sıkıcı görünen pek çok film var ancak bunlar nezih filmler. Diğer yandan, sizi koltuğa mıhlayan ve hiçbir ayrıntısını unutmayacağınız kadar etkileyen filmler de vardır. Ancak sonrasında kandırıldığınızı hissedersiniz. Bu filmler sizi esir alır. Yönetmenlerin izleyiciyi esir aldığı ve kışkırttığı filmleri kesinlikle sevmiyorum. Salonda izleyicisini uyutan filmleri tercih ederim. Bu filmlerin hiç değilse biraz kestirmenize izin verecek kadar nazik olduğunu düşünüyorum. Salondan ayrıldığınızda filmin sizi rahatsız ettiğini hissediyorsunuz. Bazı filmler yüzünden salonda sızıp kalmışımdır. Ancak aynı film yüzünden gece gözüme uyku girmediği de olur. Uyandığımda hala onu düşünüyor olurum. Haftalarca düşündüğüm olur. Benim sevdiklerim bu tarz filmlerdir.
Benim karakterlerimin anormal olduğunu söylüyorlar. Hepsi de normların dışında. “Mossefar”daki çocuktan “Gozaresh”deki Mr. Firoozkoohi’ye, “Nema-ye Nazdik”deki Hussein Sabzain’e, “Zire darakhatan zeyton”daki Hussein’e “Tadjrebeh”deki Hussein’e ve “Lebassi Baraye Arossi”deki çocuklara dek tüm karakterlerim için bunu söylüyorlar. Bunu amaçlamamış olsam da, kendine has karakterlere yöneldiğimi fark ettim. İnsanları tek tek kameranın önüne geçiremediğimize göre, özel insanlara ya da özel koşullar altındaki sıradan insanlara bakmalıyız. Onların özel olması bize ne ifade ediyor? Onlar gibi olduğumuzu hatırlatıyor. Film yapmamızın sebebi de bu. Filmde bir kişi oynuyor ama film binlerce kişiyle iletişime geçiyor. Aslında yönetmenin de oyuncunun da izleyici ile ortak noktası var. Bu durum şunu destekler nitelikte: Eğer oyuncu anormalse, izleyiciler de anormaldir. Çünkü anormal bir tarafları olmasa başkalarındaki anormalliği nasıl fark ederler.

HAYAL YAŞAMA AÇTIĞIMIZ PENCEREDİR

İllüzyonla gerçeklik arasındaki fark konuşmaya nereden başlayacağımı bilemediğim kadar geniş bir mevzu. Bu ikisinin hayatımdaki ve işimdeki yerlerini tam olarak söylemem mümkün değil. Hangi parçamın gerçek hangi parçamın illüzyon olduğunu, bu ikisi arasındaki kararsızlık oyununu ne zaman keşfettiğimi sadece bir yönetmen olarak da değil. Bu sadece yönetmenlere ya da entelektüellere has bir şey değil. Herkes için geçerli. Hayal kurmak insanın en önemli özelliklerindendir. Herkes eşit miktarda hayal kurmaz ama kurulanlar herkese yeter. Ancak herkes hayal kurarken sadece bir kişi bundan bahseder. Hayal, insana bahşedilmiş en farklı ve olağanüstü hediyedir. Görmek, tatmak ve duymak gibi duyularımızın bilincindeyiz ve bunlar için minnettarız. Ama hayal etmek ile önümüze serilen sayısız ihtimalin farkında değiliz. Rüya görmenin işlevi nedir? Nasıl oluşur? Neden rüya görme yeteneğimiz var? Ve neden rüya görmeliyiz? Eğer hayatımızda bir işlevi olmayacaksa var olmasının sebebi nedir? Ben sonunda bunun cevabını buldum. Ne zaman hayallere sığınırız? Durumumuzdan mutlu olmadığımızda. hiçbir diktatörlüğün bunu kontrol edemiyor olması olağanüstü değil midir? Hiçbir sorgu sistemi kişinin fantezilerini kontrol edemez. Sizi hapse tıkabilirler, ama siz kendinizi dışarıdaymış gibi düşünerek bu süreyi geçirebilirsiniz. Hayaller sayesinde aranızda iz bırakmadan aşılmaz duvarların ötesine geçebilir ve geri dönersiniz. Asıl soru şu: Bir kere çıktığınızda neden dönesiniz ki? Bu gerçekliğin güvenilirliğine bağlıdır. Geri dönüp sizin gerçeğinizin ne olduğunu da görmelisiniz. Hayal yoluyla, yaşamın bazı değişmez zorluklarına müsamaha gösterirsiniz. Kaçarsınız, rüya görürsünüz yenilenip geri dönersiniz. Bu havasız bir oda da pencere açmaya benzer. İçeri temiz havanın girmesine izin verir ve sonra da onu içinize çekersiniz. Hayallerimiz, yaşamlarımızda açtığımız pencerelerdir.

Zehra Ayçiçek: 1980 İstanbul doğumluyum. Sarıyer İmam-Hatip lisesinden 1996’da mezun oldum. Şu an İstanbul Üniversitesi Felsefe (Açıköğretim) son sınıftayım. 2010’da Tarih Kültür derneğinde düzenlenen fotoğrafçılık kursuna, İsmek ve BİSAV’da da Osmanlıca kurslarına katıldım. Bir dönem BİSAV’ın sanat, edebiyat ve sinema seminerlerini takip ettim. Film Arası Dergisi’nin Mart 2014’de Beyoğlu Gençlik Merkezi’nde düzenlediği Sinema okuluna katıldım. Şu an Film Arası Dergisi bünyesinde aktif olarak görev alıyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir