‘Kısa Film Disiplin İsteyen Bir Alan’

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 55. haftasından herkese merhaba. Her hafta bu röportaj serisinde kariyerinde kısa metraj çeken yönetmenleri ağırlıyorum fakat arada bazı istisnalar olabiliyor. Bu hafta da o istisnalardan birini yaşıyor ve kariyerinde uzun metrajlar bulunan Ramin Matin’i konuk olarak kabul ediyorum. Uzun metraj yolculuğuna 2011 yılında Canavarlar Sofrası ile başlayan ve son olarak 2018 yılında Son Çıkış filmine imza atan Ramin Matin, kariyerinde uzun metraj çekerken araya bir kısa metraj ekleyen yönetmenler arasında yerini aldı. Pandeminin film üretimindeki yaptığı değişikliği iyi değerlendiren yönetmen, tam da o atmosferi psikolojik tahlillerle hassas bir şekilde işleyen Disonans filmine imza attı. Başrolündeki Ezgi Çelik’e, sesiyle Deniz Celiloğlu’nun eşlik ettiği Disonans, serbest zamanlı çalışan bir seslendirme sanatçısı olan Esra’nın zamanla üzerine çalıştığı görüntülerin sesleri ile evdeki sesler birbirine karışması sonucu yaşadıklarına odaklanıyor.

Ramin Matin ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Sinemaseverler olarak sizi uzun metraj filmlerinizle tanıyoruz. Disonans ile bu yolculuğa bir kısa film de eklediniz. Bu tercihinizi uzun metrajlar arasında kısa bir soluklanma olarak tanımlayabilir miyiz?

Tam olarak değil. Uzun metrajları finanse etmek çok zor ve uzun bir yolculuk oluyor. Arada hep daha kısa veya daha düşük imkanlarla yapılabilir işler gerçekleştirmek istiyordum. Pandemi de gelince böyle bir fırsat çıktı.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci tahmin edileceği üzere pandemi döneminde gerçekleşti. Tüm bu süreçlerin toplam süresi ne kadar sürdü?

Senaryo ve çekim süreci kabaca 2,5 ay sürdü. Post prodüksiyon da üç ay kadar. Evde kapalı ve kendi imkanlarımızla yaptığımız için rahat bir beş aydı.

Filmi izledikten sonra diyebileceğimiz şeylerden ilki, pandeminin bu filmin oluşmasında temel faktör olduğu. Filmin hikayesinin nasıl şekillendiğini daha ayrıntılı şekilde sizden de dinleyebilir miyiz?

Öncesinde de kısa film yapmak istiyordum ancak bir türlü doğru ve/veya yapılabilir bir hikaye bulamamıştım. Kapanma süreciyle birlikte, zaten normalde seslendirme de yapan oyuncumuz Ezgi Çelik seslendirme işlerini evde battaniye altında yapmaya başlayınca bir ışık yandı. Senarist Emine Yıldırım’ın aklına bunun üzerine korku türüyle flörtleşen bir iş geldi ve başladık. Her ne kadar pandemi koşullarıyla üretilmiş bir film olsa da mümkün olduğu kadar pandemiden ayırmaya çalıştık. Yani aslında pandemi olsun olmasın evinde serbest çalışan, iş garantisi olamayan bir insanın da bunalımı olabilir bir yandan.

Kısa filmlerde yönetmenler çoğunlukla kendi yazdıkları senaryonun hikayesini filme çekerler. Siz ise Emine Yıldırım imzalı bir senaryoyu filmleştirdiniz. Kendisiyle çalışmak sizin için nasıl bir deneyimdi? Senaryonun filme dönüşmesinde nasıl katkıları oldu?

Biz zaten en başından beri beraber çalışıyoruz. Bütün filmlerimin yapımcısı, ayrıca Kusursuzlar’ın da senaristi. Dolayısıyla aynı şekilde devam ettik gibi oldu. Tabii pandemi koşullarında senaryoyu uzunca çalıştıktan sonra çekim sürecine katılamadı. Sadece oyuncu ve ben vardık.

Dilerseniz filmin ismiyle devam edelim. Disonans, sözlük anlamı olarak “kulağa hoş gelmeyen uyumsuz sesler” olarak karşımıza çıkıyor. Film, ismini de anlattıklarını da buradan alıyor sanırım.

Daha doğrusu isim filmin anlattıklarından doğuyor. Filmin odak noktasında ruhsal sıkıntıları ses kaymaları temsil ettiği için cuk oturan bir isim oldu.

Serbest zamanlı çalışan bir seslendirme sanatçısı olan Esra’nın evine kapandığı pandemi sürecinde yaşadıklarına tanık oluyoruz filmde. İşini yaparken de bunaldığı pek çok an oluyor. Siz bu filmi pandemide üretirken hangi duyguları yaşadınız?

Sanırım birçok kişi gibi ben de başlarda daha olumlu tarafından yaklaşıyordum, hayatın normal kaosu dışına çıkıp üretmek için bir fırsat olabilir diye. Zaten bu filmi de o dönemde yaptık. Hayalimde başka kısalar yapmak, senaryolara çalışmak vardı. Ancak öyle gitmedi, mevzu ilerleyip ciddileşince tabii bir kopuş oldu.

Pandemiyle birlikte her birimiz adeta kendi yalnızlığımızda varoluşumuzu sorgulamaya başladık. Siz bu süreçte kendi varoluşunuz ve hayattaki amacınız hakkında nasıl bir sonuca ulaştınız?

Dediğim gibi başta kafayı toparlamak, ertelediğim işleri yapmak bitirmek gibi bir heyecan vardı. Sonrasında varoluşsal sorgulamalar başladı ister istemez. Daha çok bu koşullarda büyük tutkuyla sevdiğim işimi yapmaya devam etmek mantıklı mı değil mi tarzında oldu. Koşullar derken sadece pandemi değil de Türkiye bu tarz işler üretmeye çalışmak, gösterebilmek gibi unsurlar aslında daha ağır basıyordu. Tam bir sonuca ulaştım mı emin değilim ancak devam!

Salgın boyunca vaktini evde geçirmek zorunda olan genç bir kadının ev-iş-ses üçgenine sıkışan benliğinin yansımalarını izliyoruz. Özellikle pek çok beyaz yakalının zaman kavramı olmaksızın bilgisayar ve telefon başında iş yaptığı bu pandemi süreci, ciddi travmaları da beraberinde getirdi. Filmde de Esra tam olarak bu kısır döngünün içinde. Bu noktada Ezgi Çelik’in oyunculuğu dikkat çekiyor. Oyuncu yönetiminde hangi noktalar üzerinde durdunuz?

Pandemi koşulları zaten o kısır döngüyü oluşturmuştu. Filmde Esra’nın iş olarak yaptığını Ezgi de zaten yapıyordu. Filmi evde mevcut imkanlarla kendi kendimize çektiğimiz için her şeyi deneme vaktimiz vardı. Şu kadar zamanda çekmemiz lazım, şuraya yetiştirmek lazım gibi bir dert yoktu. Dolayısıyla aklımıza gelen fikirleri deneyerek gittik, araya sahneler eklendi sahneler değişti. Daha çok beraber keşfettik. Yeri geldiğinde iki üç gün ara verip tekrar başlıyorduk, o arada çekilenlere bakıp onun üzerinden yeni fikirler çıkıyordu. Diğer yandan da ışık, kamera, ses her şeyi kendim yaptığım için de oyuncuyu serbest bıraktım, ki zaten böyle bir rol için her koşulda bence ideali bu olacaktı.

Filmi pandemi sonrasında da çekme imkanınız varken siz tam da o zorlu koşulların yaşandığı günlerde filminizin üretimini gerçekleştirdiniz. Bu size atmosferi yaratmak ve oyuncu yönetimini gerçekleştirmek adına nasıl faydalar sağladı?

Aslında öyle bir şey aklıma gelmedi. Zaten amaç o boşlukta bir şey üretmekti. Ancak şüphesiz pandemi atmosferi bize çok yaradı. Sokakların boşluğu ve sessizliği, genel apokaliptik hissiyat şüphesiz filme ve bilinçaltında bize sızdı. Tek eksiğimiz teknik imkandı ancak o da filme hizmet etti gibi hissediyorum.

Filmin teknik ayrıntılarına yakından baktığımızda siyah beyaz formatı dikkat çekiyor. Bu tercihinizin nedenini “pandeminin yarattığı karanlık atmosferi daha iyi yansıtmak” şeklinde ifade etmemiz mümkün mü?

Dürüst olmak gerekirse ilk çıkış noktası teknik yetersizlikti. Elimdeki imkanlarla renkli bir filmi post sürecinde tatmin edici bir görsel tutarlılıkta toparlamam pek mümkün gözükmüyordu. Diğer taraftan da ortama, o dönemin hissiyatına çok uyuyordu. Hayatlarımızda pek renk kalmamıştı.

Pandemi sürecinde sinema sanatı da değişime açık bir konuma geldi diyebiliriz. Mevcut koşullarda uzun metrajlı film çekmek çok zorlu bir süreç olduğu için yönetmenler kısa film çekmeye biraz daha odaklanabilir ve önümüzdeki birkaç yıl içinde bunun sonuçlarını daha net görebiliriz. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Film çekmek pandemi olmadan da çok zordu zaten. Şu anda pandeminin hızlandırdığı ancak öncesinde başlayan ve tam nereye gittiğini kestiremediğimiz bir değişim içerisinde sinema dünyası. Online mecralara geçiş yaratıcılara daha esnek alanlar açıyor gibi, bu kısa, orta, uzun metraj gibi kalıpların dışına çıkmak da olabilir.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Umarım değişiyordur. Yurt dışında kısa film her zaman için çok saygı duyulan bir alan olmuştur. Sadece kısa film çekerek kariyer yapan, asla uzuna geçmeyi düşünmeyen yönetmenlerle tanıştım festivallerde. Bizde daha çok öğrencilik döneminde yapılan bir işmiş gibi bakılıyor dediğiniz gibi. Ancak iyi kısa film son derece zor ve ayrı bir disiplin isteyen bir alan. İyi kısa film hikayesi üretmek hiçbir zaman yatkın olmadığım bir şeydi, öğrencilik döneminde bile. Ancak her zaman yapmak istediğim bir şeydi.

Son olarak üzerinde çalıştığınız başka kısa veya uzun metraj projeleriniz varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Üzerinde çalıştığım ve hazır olan çeşitli projeler var ancak hayata geçirmekte finansal açıdan engellerle karşılaşıyoruz. Dizi projelerinden, çeşitli uzun metraj işlere kadar bir sürü iş var.

 

 

 

 

 

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir