“Kısa Film Başlı Başına Bir Form”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 68. haftasından herkese merhaba. Uzun yıllar öğrenci ve amatör işi olarak görülen fakat son yıllarda üretilen nitelikli işlerle festivallerde uzun metrajlar kadar ilgi gören kısa film türünün yükselişi hızla devam ediyor. Hiç kuşkusuz bu yükselişin etkenleri arasında kimi zaman yönetmen başarısı olurken kimi zaman da oyuncu ve kamera arkası ekibin uzun metraj projelerde başarılı işlere imza atmış isimlerden oluşması geliyor. Onat Esenman’’ın kısa filmi Her Şey Olması Gerektiği Gibi de senaryosundan kurgusuna, görüntü yönetmeninden sanat yönetmeni ve cast direktörüne dek rüştünü ispatlamış isimlerden oluşmuş ekibiyle dikkat çekiyor. Orta üst sınıf mensubu Saffet’in hayatında hiç görmediği karşı komşusunun henüz reşit olmayan güzel ve marjinal kızı Rüya ile karşılaşması sonrasında yaşadıklarını anlatan Her Şey Olması Gerektiği Gibi, üzerine konuşacağımız film olacak.

Onat Esenman ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Onat Esenman?

Kadir Has Üniversitesi Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü mezunuyum. Mezun olduktan sonra bir süre sinema sektöründe çalıştım. Son 7 yıldır da kurucu ortağı olduğum Content Montent’te reklam yönetmenliği yapıyorum. Ama bir şekilde sinemayla bağımı hiçbir zaman koparmadım.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Yaklaşık bir yıllık süreçti. Senaryo yazımından sonraki 4-5 aylık zaman diliminde filmin çekimleri tamamlandı. Sürecin uzamasının en temel sebebi ise tabii ki filmin bütçesinin sağlanması meselesiydi. Kendimiz fonladık filmi. Bu sebeple çekimden sonraki post kısmı da nispeten uzun sürdü.

Filmin en dikkat çeken noktası ise özellikle kamera arkası ekibi. Filmin senaryosunun “Kar” ve “Beni Sevenler Listesi”ne imza atan Emre Erdoğdu’ya ait olması, kurguda ödüllü Ayris Alptekin, başarılı görüntü yönetmeni Emre Tanyıldız, sanat yönetmeni Ceyda Yüceer ve cast direktörü Ezgi Baltaş gibi oldukça nitelikli isimlerden oluşması size nasıl avantajlar sağladı?

Her şeyden önce Emre Erdoğdu, Emre Tanyıldız ve Ayris Alptekin çok sevdiğim arkadaşlarım. Tabii ki arkadaşlarımla çalışmamın çok önemli avantajları oldu. Ne istediğimi bilen, ne istediklerini bildiğim, birlikte üretmekten keyif aldığım insanlarla çalıştım. Ezgi Baltaş ve Ceyda Yüceer’le de bu projede tanıştık. Onlarla çalışma şansına sahip olmak filmi daha da ileriye taşıdı. Birlikte çalıştığınız kişilerin projeye maksimumda katkıda bulunması bir yönetmen olarak bence başarabileceğiniz en önemli işlerden biri. Ben de elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştım.

Kısa film türünde yönetmenler çoğunlukla kendi yazdıkları senaryoyu çekiyor. “Her Şey Olması Gerektiği Gibi”de ise senaryoda Emre Erdoğdu imzası bulunuyor. Senaryonun yazımı ve filmin çekim aşamasındaki iletişiminiz ve süreci yönetmeniz nasıl ilerledi?

Ben hiçbir zaman yazmayı seven bir yönetmen olmadım. Benim için heyecanlı olan kısım yazılı bir metni görsel bir dile uyarlamak. Emre’yle de uzun zamandır birtakım projeler üzerine konuşuyorduk. Konuşmalarımızdan birinde aklında bir hikaye olduğunu anlattı. Ardından bu hikayenin senaryosunu yazdı. Yazım sürecinde benim bir yönlendirmem olmadı. Zaten birbirimizin sinema dilini iyi bildiğimiz için de senaryodan beklentilerimizi başından beri biliyorduk. Filmin çekim sürecinde de bir senaristten daha çok bir yol arkadaşı gibi çalıştık.

Orta üst sınıf mensubu Saffet’in hayatında hiç görmediği karşı komşusunun henüz reşit olmayan güzel ve marjinal kızı Rüya ile karşılaşması sonrasında yaşadıklarını izliyoruz. Bu noktada filmin ters köşe yapan finali, anlatımı farklı bir düzleme taşıyor. Hayatın karşımıza çıkardığı bilinmezliklerden biri olarak nitelendirebilir miyiz filminizi?

Senaryoyu ilk okuduğumda beni en çok etkileyen şey Saffet’in başına gelenler karşısındaki tutumu oldu. Saffet, başına gelenler karşısında olan şeyleri kabul edip hayatına devam etmeyi seçen biri. Tüm bunların dozajı artsa da inatla olanları kabul etmek ve hayatına devam etmek istiyor. Bence bu çok güçlü bir yaşam motivasyonu. Aslında Saffet’in bakış açısından baktığımız zaman bilinmezlik olarak görünen şeyler Saffet için kabul edip ilerlenmesi gereken birer durak noktası.

Kendini varlığını sorgulama ve hayattaki amaca dair kafa yorma üzerine seyircisini felsefik bir düşünmenin içine bırakan hikayenin bu soyut anlatımının kısa film türünün klasik ve somut bakış açısı içindeki konumuna dair neler söylemek istersiniz? Kısa film, klasik anlatım kalıpları içinde ne derece yaratıcı olabilir?

Bence kısa film formu, formun gerekliliği olarak zaten daha fazla soyut bakış açısına ihtiyaç duyuyor. Günün sonunda 90 dakikalık bir sürede hikaye anlatmak yerine 15-20 dakikalık bir sürede hikaye anlatmak farklı anlatım yollarını da beraberinde getirir. Bu kadar kısıtlı vakitte seyirciye bir şeyler hissettirmek için daha soyut kavramları öne çıkarmayı tercih ettim. Tabii hikayenin de buna uygun olduğu gerçeğini unutmamak lazım. Her ne kadar kısıtlı bir süreniz varmış gibi görünse de bence kısa film yaratıcılık için diğer formlardan daha geniş bir alana sahip.

Saffet’in evine kabul ettiği “Rüya”, günümüz dünyasında monoton bir hayat içine sıkışan insanoğlunun fark etmekte zorlandığı pek çok duruma karşı da nokta atışı tespitlerde bulunuyor. Kendimize her gün daha çok yabancılaştığımız günümüzde bu sarmalın içinden bir çıkış yolu var mı?

Muhakkak vardır. Mesele bunu pratikte uygulayabilmekte. Saffet bu sarmalın içinden kurtuluşu buradaki her şeyi kabullenerek bulmuş. Bu iyi bir yoldur ya da kötü bir yoldur diyemem. Ama en azından elinde çözümü olan bir karakter.

Filminizde hiç müzik bulunmuyor. Bu tercihinizin özel bir nedeni var mı?

Ben aslında sinemada müzik kullanımını çok severim. Bir şeyleri kafamda kurarken de genellikle müziği de beraberinde hayal ederim. Ama bu hikaye benim için hiçbir zaman müzik çağırmadı. Bu sebeple de filmin ses bandına çok özen gösterdik ve Yalın Özgencil’le beraber filmin ses tasarımı için uzun bir mesai harcadık. Filmde bildiğimiz anlamda bir müzik olmasa da filmin ses kuşağı benim kulağıma müzik gibi geliyor.

Özellikle son yıllarda insanların uzun süre bir şeylere odaklanıp izleme tahammülü daha düşük seviyelerde. Bu noktada kısa filmler de eskiye nazaran daha çok ilgi görüyor ve kısa film festivallerini sayısı da her geçen yıl artıyor. Bu durum hakkında düşünceleriniz neler?

Kısa film başlı başına bir form. Uzun metraj filmden daha kısa sürede anlatılan bir hikaye değil. Bu yüzden daha fazla göz önünde olması bence çok değerli. Kısa filmlere artan ilginin sebebinin seyircinin izleme alışkanlığının değişmiş olmasından kaynaklanması ise tabii ki üzücü. Ama bunun sonucu olarak da kısa film festivallerinin sayısının artması ve özellikle dijital platformlarda bu tarz içeriklere ulaşımın artık daha kolay olması kısa film üreticileri için ümit verici. Sonuçta bir kısa filmi ancak kısa film festivallerini takip ediyorsanız izleyebiliyorsunuz. Bu formun daha geniş kitlelerle buluşması güzel bir şey.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Bir önceki soruda da cevapladığım gibi kısa film başlı başına bir form. Benim görüşüm bir sıçrama tahtası olmadığı yönünde. Uzun metraj filmler kadar değerli ve önemli bir hikaye anlatım biçimi. Bir yandan da farklı formlarda denemeler yapmanın her zaman yönetmenliğin en azından refleksif olan tarafını geliştirdiğini düşünüyorum. Ben de ileriyi projekte ettiğimde bir şekilde hayatımda olmasını istiyorum kısa filmlerin.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Şu an üzerinde çalıştığım uzun metraj bir projem var. İsmi İlkbahar. Senaryosunu Cem Uslu yazdı. Şu anda filmin ön hazırlık sürecindeyiz. Ayrıca yine Emre Erdoğdu’yla birlikte çalıştığımız projeler var.

 

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir