“Hayal Kurmaktan Vazgeçmemeye Çalışıyorum”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 54. haftasından herkese merhaba. Kısa metrajlarda yönetmenler çoğunlukla net ve açık bir anlatıma sahip işlere imza atarken, nadiren de olsa daha soyut bir anlatıma başvurabiliyorlar. Haliyle her seyircinin film üzerinden yaptığı çıkarım ise farklı perspektiflerde olabiliyor. Bu haftaki konuğum olan Musab Tekin’in kısa filmi Rewşen ise bu durumu net biçimde karşılıyor. 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Övgüye Değer Film ödülünü kazanan; başrolünde Delil Sünbül’ün yer aldığı Rewşen, bir döngüye sıkışan ve zaman algısını yitirmiş olan B’nin döngüden kurtulma ve “rewşen”in ne olduğunu sorgulamasını işliyor. 

Musab Tekin ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum. 

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar. 

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Musab Tekin?

1991 yılında Diyarbakır’da doğdum. 2011 yılında bir üniversitenin öğretmenlik bölümünde okurken bir akşam arkadaş sohbetinde “sinema” adlı bir bölümün varlığından haberdar oldum. Ardından radikal bir kararla sinema okumak üzere İstanbul’a geldim ve lisans eğitimimi İstanbul Üniversitesi Radyo-TV-Sinema bölümünde tamamladım. Bu süreçte kısa filmler çektim ve hâlen çalışmalarımı sürdürüyorum. 

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı? 

Senaryonun ilk taslağını 2017’nin Mayıs ayında yazmaya başladım. 2019’un Nisan ayında hazırlıklara başladık ve Mayıs’ta çekimleri yaptık. Ardından başladığım offline kurgu belirli aralıklarla 2021’in Ocak ayına dek sürdü. 2021’in Mart ayında ise film nihayet tamamlandı. Yani dört yıla yayılan bir deneyim oldu benim için.

Filmin ortaya çıkış hikâyesi nasıl gerçekleşti? Kurgusal yönü mü daha ağır yoksa gerçek hayattan esinlenerek mi oluştu? 

Senaryoya Bilge Karasu’nun Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam adlı öyküsünü uyarlayarak başlamıştım. Dört draft senaryo, çekim sırasında eklenen-çıkarılan sahneler ve neredeyse dokuzuncu kurgu versiyonundan sonra özü itibarıyla aynı kalsa da başka bir hikâyeye dönüştü doğal olarak. Zaten bu dört yıllık süreçte yaşadığım duygusal ve zihinsel devinimler filmin her aşamasına etki etti, bu konuda da kendimi pek sınırlamadım açıkçası.

Filmin ismiyle devam edelim isterseniz. Filmin ismi ve anlamı üzerine bilgi verebilir misiniz?

Rewşen; Kürtçe’de “ışıklı, aydınlık yer” anlamlarının yanı sıra “aydın, entelektüel” gibi kavramları da karşılıyor. Muhtemelen B’nin aklında çocukluğundan kalma bir isim. Tabii Rewşen kurgusal bir mekân, gerçekte öyle bir yer ismi yok.

Bir döngüye sıkışan ve zaman algısını yitiren B.’nin hikâyesini izliyoruz filmde. Karakterinin isminin B. olmasının özel bir sebebi var mı? 

B, karakterimizin isminin ilk harfi, diğer harfler zamanla silinmiş. Hafızasını yitirmek üzere olduğu gibi ismini de yitirmek üzere.

Rewşen’in ne olduğunu sorgulayan ve oraya giderse içinde bulunduğu durumdan kurtulacağını düşünen B.’nin yaşadıkları kendi dünyası içinde kaybolan bir bireyi sembolik biçimde yansıtıyor. Siz, içinizdeki Rewşen’e ulaşmak için ne yapıyorsunuz? 

Hayal kurmaya, hayal kurmaktan vazgeçmemeye çalışıyorum. Bunu bana sağlayan ve bu sebeple de hayatı benim için yaşamaya değer kılan tek şey film tasarlamak. Bu belki sinema değil de sanatın farklı bir disiplini de olabilirdi ancak benim yolum bir şekilde sinemayla kesişti.

Hikâyenin zaman ve mekândan sıyrılan yapısı, filmi de farklı bir atmosfere bürüyor. Senaryo yazım aşamasında bu durumun sizi zorladığı noktalar oldu mu? Olduysa nasıl aştınız?

Senaryo yazım aşamasında değil, daha çok kurguda zorlandım; zaten senaryo kurgusu film tamamlanana dek sürdü neredeyse. Mekânlar kafamda çok net olmasına rağmen zaman meselesine dair oturmayan bir şeyler vardı ve işin içinden çıkamıyordum bir türlü. Senaryo yazım aşamasında zamanı bir döngü olarak kurmak istemiştim, ancak kurgu masasında bu döngü net anlaşılmıyordu. Bu nedenle bir noktada analitik düşünmeye zorladım kendimi. Önce yapı olarak dört farklı zaman belirledim: zamanın durduğu an, geçmiş zaman, rüya zamanı ve hayal edilen gelecek zaman. Bu zaman çizgilerini bazı sekanslarda paralel bağlamayı, bazı sekanslarda ise iç içe, birbirlerinin yerine geçecek şekilde bağlamayı denedim. Bu aşamadan sonra çoğu şey yerine oturmaya başladı.

Film, yapısı itibariyle yoğun diyaloglar barındırmıyor. Diyalogların kısıtlı olması sizin için nasıl bir avantaj veya dezavantaj oldu? 

Az diyalog ve yakın planlı çekim ölçeklerinin ağırlıkta oluşu nedeniyle öncelikle iyi bir atmosfer yakalamak ve ana karakteri oynayacak oyuncunun oldukça etkili bir yüz ifadesine sahip olması gerekiyordu. Bu açıdan Muhammed Seyyid Yıldız’ın görüntü yönetmeni, Delil Sünbül’ün de oyuncu olarak projeye dâhil olmaları büyük bir şans oldu benim için.

Yine de kurgu aşamasında fazla bulduğum diyalogların bir kısmını çıkardım. Tabii bu tercihlerin sonucunda kapalı anlatımlı bir film ortaya çıktı ve bu durum belki de filmin gösterim olanaklarını azaltan etkenlerden biri oldu.

Özellikle son yıllarda insanların uzun süre bir şeylere odaklanıp izleme tahammülü daha düşük seviyelerde. Bu noktada kısa filmler de eskiye nazaran daha çok ilgi görüyor. Bu durum hakkında düşünceleriniz neler? 

Bu konuda belirleyici olan insanların filmlerden beklentisi bence. Evet, odaklanma süreleri oldukça kısaldı ancak kısa film uzun metraj bir filmin özeti değil ve ikisi birbirinden farklı formlar sonuçta. Bir durum, çarpıcı bir fikir görmek için kısa film tercih edilebilir ancak bir karakteri tanımak için yeterli bir süreye sahip değil. Uzun metraj film yerine mini-dizi tercih edilebilir belki, kısa film bunu karşılar mı emin değilim. İlgi görme meselesinin görselliğin günümüz dünyasındaki önemiyle alakalı olduğunu düşünüyorum; insanlar kitap veya dergi okumak yerine kısa film veya YouTube videosu izlemeyi tercih ediyor bence.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler? 

Açıkçası benim kısa filme karşı özel bir ilgim yok; anlatmak istediğim bazı hikâyeler kısa filme uygun değil, izlemek istediğim hikâyeler de… Fakat koşullar gereği kısa filmlerle yol almam gerekiyor. Yani tam olarak bir sıçrama tahtası gibi görüyorum. Belki uzun metraj film deneyimledikten ve hikâyelerimi sinemaya dönüştürdükten sonra yeniden özellikle kısa formda bir hikâye anlatmak isteyebilirim. Bunu zaman gösterecek.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka bir kısa metraj projesi mevcut mu? 

Şu sıralar senaryosunu arkadaşım H. Mirza Aydın’ın yazdığı bir uzun metraj film projesi üzerinde çalışıyorum. Aynı zamanda senaryo yazım aşamasında olduğum bir kısa film projem var.

 

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir