“Geçmişten Kaçabileceğimizi Sanmıyorum”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 85. haftasından herkese merhaba. Son yıllarda ciddi seviyelere ulaşan beyin göçünün örneklerine sosyal medya mecralarına sıklıkla denk geliyor, etrafında gelişen tartışmalara bizzat tanık oluyoruz. Özellikle daha iyi ekonomik koşullar ve daha özgürlükçü bir yaşam umuduyla gerçekleşen tercih üzerinden ilerleyen ve senaryosunun temellerini atan Erinç Durlanık, bu haftaki röportaj konuğum olacak. Yönetmenin başrolde Burçin Nokice şans verdiği kısa metrajı Dış Hatlar, Greencard piyangosuyla Amerika’ya gidecek Deniz’in, İstanbul’la, arkadaşlarıyla, yakın akrabalarıyla ve sevgilisiyle vedalaşma günlerini, onun kendi benliğini saklayan kamerasından izlememize olanak tanıyor. 

Filmin yönetmeni Erinç Durlanık ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Erinç Durlanık?

Eğitim hayatımı sinema ve sanattan uzak görünen alanlarda tamamladım. Mühendislik okuyup, yine mühendislik üzerine master yapıp, uzun bir süre ArGe mühendisi olarak kurumsal bir firmada çalıştım. Fakat kendimi bildiğimden bu yana hikayeye, anlatıya ve görsele büyük bir ilgim vardı. Sert bir kararla mesleğimi bırakıp bu alana yöneldim. Yaklaşık altı yıldır freelance olarak yazarlık ve yönetmenlik yapıyorum.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Dış Hatlar’ın yazım aşaması alışık olduğumuz bir senaryo aşamasından biraz daha farklı oldu. Temel senaryodan önce, anlatımı ve formu oluşturmak için çalışmaya başladım. Bu filmin aktarmak istediği duyguyu ve samimiyeti, anlamsal ve temasal olarak uygun bir zemine ve biçime oturttuktan sonra biraz belgesel refleksleriyle araştırma sürecine başladım. Bu noktada ayrılanların ve kalanların hikayelerin dinledim. Pandemi döneminde meşhur olan Clubhouse diye bir uygulama vardı. Orada Greencard ile gidenlere merak ettiklerimi ve serüvenlerini sordum, aynı şekilde araştırmam podcast’lar, vloglarlarla devam etti. Yaklaşık altı aylık bir süreçti. Çekimler parçalı olarak dört günde, post süreci ise yine yaklaşık altı aylık bir zamanda tamamlandı.

Filmin ismi, konusunu okumadan veya hikayeyi izlemeden dahi pek çok seyircinin zihninde bir şeyler çağrıştırıyor. Bunun yanı sıra bu denli açık bir anlamı olan fakat izledikten sonra hikayenin duygulara bu denli dokunmasına bizzat şahit olmak da filmi etkileyici kılan unsurların başında geliyor. Dilerseniz filmin ismini konuşarak başlayalım.

Filmin ilk taslak ismi Veda Kasedi’ydi. Sevdiğine gitmeden önceki hislerini bırakmak isteyen birinin kişisel bir mesajı olacak diye düşünüyordum. Sonra bu isimden uzaklaştım çünkü bu veda kelimesi çok daha keskin bir anlam oluşturmaya başladı. Bu ayrılıkların bir belirsizliği var. Kişisel bir karardan daha fazlasını oluşturuyordu. O yüzden Dış Hatlar’ı seçtim. Dış Hatlar eskiden bizi yeni bir dünyaya, meraka, öğrenmeye ve ufkumuzu açmaya bir kapıyken artık farklı bir anlamda. Bu anlamı yaratan pek çok şey var ve hepsi Türkiye ile ilgili.

Greencard piyangosuyla Amerikaya gidecek Denizin, İstanbulla, arkadaşlarıyla, yakın akrabalarıyla ve sevgilisiyle vedalaşma günlerini, onun kendi benliğini saklayan kamerasından izliyoruz filminizde. Hikayenin ortaya çıkmasında sanıyorum ki yaşadığınız veya tanık olduğunuz benzer bir sürecin etkisi var. Çıkış noktanız ne oldu?

Çıkış noktası en yalın haliyle bir ayrılık videosu hatta kolajıydı. Bu noktada Biçimsel olarak, hiç görmediğimiz bir ana karakterin duygusuna ortak olabilir miyiz? Yüzünü görmediğimiz, sesini duymadığımız sadece bize gösterdikleri üzerinden bir yansıma yapabilir miyiz?” gibi sorularla gelişmeye başladı hikaye. Bu durumun birçok defa iki tarafını da yaşamıştım. Hem giden hem de kalan olmuştum. İtalya’da yaşadığım dönemde, başka bir yerde var olmanın duygusal anlamda zorluğuna şahit oldum. Terminalden uğurladığım arkadaşlarım için de aynı histeydim. Bu mecburiyet ve olamama durumu anlamsal olarak ilgimi çekiyordu.

Filmin kurmacaya yakın hikayesi, belgesele yakın çekimleri ve deneysel tarzı farklı türleri bir araya getiriyor. Seyirciyi yakalama noktasında riskli bir tercih olan bu durum filminizde oldukça işe yarayarak duygunun da yardımıyla izleyicisini kendisine bağlıyor. Hikayeyi deneysel şekilde aktarma konusunda aldığınız riski nasıl avantaja çevirdiniz?

Evet, dediğiniz gibi birlikte bir arada olması oldukça zor tercihlerdi. Ancak ben filmlerimde özellikle seyircinin (ayırmaksızın tüm seyircilerin) rahat empati kurmasını ve kendini hikayenin içinde bulmasını istiyorum. Bu anlamda aslında (geleneksel) kurmaca tercihlere yakın sahneler filme adapte olmak için rahatlatıcı unsurlar oldu. Bu hikayeyi bir belgesel sorumluluğunda izliyor olsaydık bu temel ayrılık duygusundan uzaklaşabilirdik. Bir diğer noktanın da bu gösterişsizlik ve kontrollü rast gelişler üzerine kurulmasını arzuladım, artık cebimizde kameralar var, her anımızı çekiyoruz ve birleştirebiliriz, aynı Deniz gibi. Bunun da seyirciye uzaktan bir tepeden bakma değil içeriden bir yerden görerek şahit olmasını sağlıyor.

Özellikle son yıllarda nitelikli zihinlerin Türkiyeden yurt dışına göçü ve özellikle genç neslin bu yöndeki hayali inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Yurt dışına gitmek şu an için tek çare mi sizce?

Geleceğin belirsizliği, ifade ve yaşam özgürlüğünün kısıtlanması, yıllarca kendini geliştirmek için okumuş insanların bırakın mesleklerini iş bile bulamaması veya çalıştıkları işlerde mahkum gibi çalışmaları, değerli hissetmemeleri bunun temel nedeni. Yurt dışına gitmek çare mi, daha mı iyi, yoksa değil mi bilmiyorum ama ben yaşadığım ülkede bu gidişin sadece bir tercih olmasını dilerdim.

Denizin hikayesine ortak olurken Boğaziçi Üniversitesindeki tartışmalı rektör ataması ve haklarını aramak isteyen kadınların eylemi gözümüze çarpan noktalar oluyor. Türkiyenin mevcut politik, hukuki ve toplumsal gerçekliği hayatımızı ve sizin hayatınıza nasıl etkiler bırakıyor? Gelecek adına bir umut var mı?

Sokağa çıktığınızda politik ekonomik düzlemden bahsetmeden, başınıza daha ne geleceğini  çevrenizdeki insanlarla konuşmadan eve dönmeniniz mümkün değil. Umut ise hep var. Hatta umut da değil “daha iyisi diyelim ona. Mücadele etmeye, itiraz etmeye, konuşmaya, dinlemeye, öğrenmeye ve tartışmaya açık bir kültür oluşturduğumuz sürece daha iyisi hep var. Yani elbet bu kara bulutlar dağılacak.

Türkiyeden ayrılışını filmleştiren Denizin kurgusunda kendi duygularını ele veren izlere de denk geliyoruz haliyle. Ayrıca kalanların bu vedaya dair kararını bulamayan hüzünlü, karamsar, kayıtsız, öfkeli, umutlu, endişeli tepkileri Deniz ile birlikte yola çıkıyor. Her veda ve yeni bir başlangıç geçmişi tamamen geride bırakmayı mümkün kılar mı sizce? Yoksa geçmiş bizim peşimizden gelmeye devam eder mi?

Tamamlanmayan çözümlenemeyen her hikaye gerçekten usul usul uzaklaşamaya ve yeni anlamlar yaratmaya devam eder. Geçmişten kaçabileceğimizi sanmıyorum sadece barışabiliriz.

Filmin başrolü Burçin Nokic, karakterin o duygusal karmaşasını inanılmaz bir biçimde ortaya koyarak filmi adeta tek başına sırtlıyor. Kendisiyle karakteri üzerine çalışmayı nasıl gerçekleştirdiniz? Tiyatro kökenli olmasının karaktere olan inancı üzerinde ne derece faydası oldu?

Burçin ile uzun bir prova süreci geçirdik. Bir filmde en önemsediğim yer prova süreçleri ve oyuncularımla karakter üzerine tartışmak, davranışlarını anlamak ve oyuncularımın sunduklarını görüp filme nasıl yansıtabileceğimi bulmak. Burçin de yetenekli ve algısı çok açık bir oyuncu, bu duygusal geçişleri çok iyi sindirdiğini, bu ilişkinin içindeki duyguları iyi yansıttığını düşünüyorum. Hiçbir oyuncunun tiyatro kökenli veya başka kökenli olmasını umursamıyorum. Her filmin ayrı bir oyunculuk talebi var, önemli olan o talebi anlamak ve uygulamak için derinine inmek ve hissetmek olduğunu düşünüyorum.

Filmin duygusunu geçirmede müzikler de son derece önemli bir yerde duruyor. Müzik tercihleri konusunda nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz?

Bu film özelinde bir diğer kısıtım, Dogma 95’in kurallarından olan dışarıdan müzik yerleşim olmamasıydı. Filmin yazım aşamalarının başında, Ahmet Bulut’un Dans Ediyor şarkısı geldi aklıma. Fakat bir kaydı yoktu şarkının, zamanında Belki isimli grubuyla beraber verdiği konserlerde dinlemiştim ve şarkının yarattığı ayrılık, aşk ve umutsuzluğun dağılacağına dair temenni, filmin ulaşmak istediği duyguyla örtüşüyordu. Sonrasında Ahmet’ten bu şarkıyı filmin içinde canlı olarak çalmasını ve filmin soundtrack’ine dönüştürmesini istedim. Hemen sonrasında Ahmet Bulut, Beliz ile görüştü, onun da harika sesiyle bu şarkıyı orada bir daha çalmış olduk.  

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Açıkçası her film bir diğer filmin sıçrama tahtasıdır. Her film bir sonrakinin okuludur. Uzun ve kısa ayrımı yapmadan böyle düşünüyorum. Günümüzde hem ulusalda, hem de uluslararasında izlediğim kısa filmler, uzun metrajlardan daha cesur tercihlerden oluşuyor. Daha riskli ve daha taze anlatımlar görüyoruz. Son yıllarda en büyük değişkenlerden biri de filmlerin süreleri olmaya başladı. Uzun metrajların süreleri kısalmaya, kısaların da sürelerinin uzamaya başladığını görüyoruz. İleride ara formları konuşacağımıza, 30-70 dakika arası filmlerden bahsedeceğimize inanıyorum.

Röportajımızı bir sonraki projeniz hakkında konuşarak noktalayalım isterseniz. Satışçının Bir Günü” bize nasıl bir hikaye sunacak? Ufak tüyolar alabilir miyiz?

Satışçının Bir Günü, bir çağrı merkezinde geçen ve kandırma ve kandırılma temalı bir kısa film. Hikayemizin geçtiği çağrı merkezi ise telemarketing reklamlarıyla İslami ve Cumhuriyet eserlerini ve eşantiyonlarını aynı anda satan bir yayınevinde geçiyor. Kâr ve performans öncelikli olan kurumsal dünyanın, umut, inanç ve yardımseverlik üzerinden, müşterilerini ve çalışanlarını nasıl etkilediklerini, iki call center çalışanı arasındaki ilişki üzerinden göreceğiz. Filmimiz yakın zamanda festival sürecine başlayacak ve umarım bir an önce seyirciyle temas edecek. Heyecanlıyız.

Bu güzel söyleşi için teşekkürler.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir