Canımı Al, Köpeğimi Alma

Eylül (September, 2013) son yıllarda rahatlıkla yeni bir sinema akımı olarak nitelendirebileceğimiz Yunan Yeni Dalga sinemasına dâhil edebilecek başarılı bir film.

Penny Panayotopoulou’nun yönetip senaryosunu Kallia Papadaki ile yazdığı filmin İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimi sonrasındaki söyleşide yönetmen, kendini Yunan Yeni Dalgası’na dâhil etmediğini söylemesine karşın, hem filmin biçemi hem de seçtiği karakter yapısı ve karakter odaklı anlatım tercihiyle bu akımın izlerinin görülebildiği bir film, Eylül.

Yalnız bir hayat süren Anna’nın hayatta bağlı olduğu tek varlık olan köpeğinin ölümü ardından düştüğü boşluk ve komşu aile ile kurmaya çalıştığı iletişim/iletişimsizlik çatışmalarının hikâye edildiği oldukça minimal bir hikâyesi ve anlatımı olan film, kimi zaman dramatik, yer yer de trajikomik sularda yüzüyor. Seyirci olarak filmin ilk sahnelerinden itibaren Anna’nın yalnızlığını hissedebilmek mümkün. Çalıştığı iş yerinin İkeavari bir satış merkezi olması dahi karakterin monoton hayatının ve yaşam içinde öne çıkmadan, varlığı hissedilmeden yaşadığının bir yansıması oluyor. Zaten iş yerinde öğle yemeğini de tek başına yediği gibi, işe giderken de köpeğini evde bırakmayıp yanında götürüyor ve otoparktaki arabasının içinde bıraktığı köpeğini mola saatlerinde mutlaka ziyaret ediyor. Anna’nın çevresinden soyutlanmış yaşamını gördüğümüzde köpeğinin onun için evcil bir hayvanın çok ötesinde bir aile ferdi konumunda olduğunu görebiliyoruz. İletişim kurmaya çalıştığı ablasının telefonlarına çıkmaması ve Anna’yı devamlı olarak geçiştirmesi ile de ülkedeki toplumsal yalnızlaşma ve sosyal bağların koptuğuna dair bir yaklaşımla veya Anna’nın toplum tarafından dışlanan, farklı olarak yaftalanan bir karakter olarak değerlendirildiği gibi yalnızlığına farklı bakış alternatifleri oluşturabiliyoruz.

Film boyunca Anna’nın toplumla iletişime geçme çabalarına tanık oluyoruz, ama aynı zamanda kendine güvensiz, tedirgin edici, ısrarcı ve bazen de çok rahat tavırları ile beraber toplum tarafından kolaylıkla standardize edilebilecek bir karakter olmadığına da kanaat getirebiliyoruz. Özellikle köpeğine olan aşırı bağ(ım)lılığı ve onun ölümünün ardından ruhsal bir çöküntüye düşmesi gibi başkaları tarafından rahatlıkla duygudaşlık sağlanamayacak hisler/davranışlar, Anna’nın farklı hatta tedirgin edici bir karakter olarak algılanmasına da neden olabiliyor. Bir anlamda ailesinin bir üyesi gibi düşünebileceğimiz köpeğin kaybının ardından komşu ailenin hayatını dikizlemesi ve olan bitene kulak kabartması gibi davranışların, yalnızlığına bir çözüm bulma ve bir yere ait olma, değerli hissedilme isteğiyle eyleme döküldüğünü hissedebiliyoruz. Zaten bir süre sonra komşu ailenin hayatının bir parçası olma girişimleri her geçen gün biraz daha sıklaşırken, geliştirdiği yöntemlerin farklılığı da hem seyirci hem de komşu ailenin babasının nezdinde normal olanın sınırlarının dışında algılanabiliyor. Bir yanımızın Anna’yı sonuna kadar anlayışla karşılayıp acısını, yalnızlığını hissedebilirken, öte yanımızın kâh tedirgin olarak kâh kendimizle, insanlığımızla çatışarak “Bu kadarı da fazla mı acaba?” demesi çatışmanın da kaynağı oluyor.

Yönetmenin amacının aslında film boyunca toplum nezdinde ‘farklı’ ve ‘normal’ kavramlarının tanımları üzerine seyirciye kafa yordurmak olduğunu görebiliyoruz. Bizlere farklı ve aykırı gelen durumların/kişilerin özel hayatlarına dâhil olunduğunda daha da anlamlı olabilecek yüzlerinin, dertlerinin, empati kurulabilecek yanlarının keşfedilebileceğini vurgulamak istiyor. Bunu yaparken de, son dönemde ülkenin yaşadığı sosyal tabanlı sıkıntıları hikâyenin çevresini saran bir gerçeklik olarak her daim hissettirmeyi başarabiliyor. Filmin orta-üst sınıfın yaşamını yansıtan oldukça sade olduğu kadar stilize bir görsel yapısı olmasına karşın, seyirciye verdiği tedirginlik ve artan iletişimsizlik, karakterlerin konformist hayatlarının arka planlarını işaret etmesi açısından değerli tercihler oluyor. Yönetmenin filmindeki mekân ve sınıf tercihleri, ülkede artan gelir adaletsizliğinin vurgulanmasını ve bu gelişmenin sosyal bağların, toplumsal dayanışmanın zayıflamasıyla olan etkileşiminin öne çıkartılması açısından yerinde bir karar oluyor.filmarasi-eylül-september-2015

Filmin kadın ve erkeğin temsilleri üzerine ettiği kelamlar ise tartışmaları alevlendirecek cinsten. Anna’nın komşu aile ile olan ilişkisinde evin erkeğinin ilk andan itibaren kuşkucu ve gitgide olumsuza doğru kayan tavrına karşılık, eşi Sofia’nın, Anna’nın üzüntüsünü anlama ve onun hayatına dâhil olma çabasına olumlu tepki verdiği görülüyor. Film sonunda yapılan söyleşide komşu ailenin erkek ve kadın fertlerinin Anna’ya karşı tepkilerinin farklılığı üzerine sorulan soruda, yönetmenin feminist bir bakış açısı ve genellemeyle durumu neredeyse ‘kadının halinden kadın anlar’ sığlığına indirgemesi, fazlasıyla ayrımcı bir bakışın yansıması olarak okunabilir. Kadınların farklı olana karşı erkeklere nazaran daha anlayışlı olduğunu ifade eden yönetmen, filmdeki erkek karaktere Anna’yı gördüğü ilk andan itibaren herhangi bir olumlu davranış bahşetmemekten öte, erkeğin gözünde Anna’yı uzak durulması ve aileden uzak tutulması gereken bir varlık olarak imlemesi için tarafgir düşüncesinin en uç noktası denilebilir.

Film boyunca erkeğin anlayışsız tavrını yönetmen tercihi olarak görüp, senaryonun zayıf karnı olarak nitelendirmesek bile, bazı anlarda Anna’nın rahatlıkla kadın izleyicilere dahi aykırı ve tedirgin edici gelebilecek davranışlarının Sofia tarafından her halükarda doğal karşılanmasının ve empati kuran yaklaşımının, yine de fazlaca zorlama ve gerçekçiliği zedeleyici olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz.

Söyleşi sırasında Yunan Yeni Dalga Sineması’nın öne çıkan özelliklerinden biri olan toplumsaldan ziyade bireysel hikâyelerin tercih edilmesi hususunu kendisine hatırlattığım yönetmen Panayotopoulou, karakteri merkeze alan ve etrafını katman katman toplumsal boyutlarıyla genişleten bir sinema yapmayı amaçladığını ifade etti. Eylül filmine baktığımızda da köpeğin kaybı ardından yaşanılan süreç gibi oldukça kişisel gibi görünen bir hikâyeyi, az mekân ve karakter kullanmasına karşın güçlü sosyolojik boyutlarıyla ele alabilen, eleştirel manada da lafını sakınmayan bir filmin perdeye yansıdığına şahit oluyoruz.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir