“Biçimi Hikâye Getirir”

Bir haftalık kısa aranın ardından yeniden birlikteyiz. Sizleri her hafta bir kısa filmciyle tanıştırmaya devam edeceğim Söz Kısa Filmcilerde röportaj serimin ikinci haftasında üzerine konuşacağımız kısa film, Zeynep Dilan Süren’in İstanbul’da yaşayan Didem ve Ayşe isminde iki genç kadının kendileri için geçmek bilmeyen zaman diliminde yaşadıklarına odaklanan Büyük İstanbul Depresyonu olacak. 

Bu hafta sesini duyuracak isim 26. Saraybosna Film Festivali’nden “En İyi Öğrenci Filmi” ödülü ile yakın zamanda gerçekleştirilen 8. Boğaziçi Film Festivali’nde İstanbul Medya Akademisi Genç Yetenek Ödülü’nün sahibi olan Büyük İstanbul Depresyonu filminin yapımcısı ve aynı zamanda başrol oyuncusu Nazlı Bulum olacak. Filmi ve röportaj yapacağımız ismi kısaca tanıdığımıza göre röportajımıza geçebiliriz. Keyifli okumalar.

Filmin hem yapımcısı hem de başrol oyuncusu olarak filmin ortaya çıkışı hakkında bilgi alabilir miyiz?

Büyük İstanbul Depresyonu, Dilan’ın biz henüz tanışmadan ilk taslağını tamamladığı bir senaryo. Biz 2018’in sonlarında tanıştık. Bahçeşehir Üniversitesi, Sinema-TV lisans bitirme projesi olarak çekmeyi planlıyordu. Fikrini almak üzere okuldan Sinema ve Dramaturji dersi hocası Ceren Ercan ile paylaşıyor senaryoyu. Ceren ile biz on seneden fazladır beraber çalışıyoruz, yakın arkadaşız. Tam olarak filmin meselelerinin içinden geçtiğim, gelecekle ilgili büyük bir sıkışma yaşadığım bir dönemimdi. Ceren senaryoyu benimle paylaştıktan hemen sonra Dilan ile tanıştık. 2018 sonlarından 2019 yazına, filmi çekene kadar önce detaylı bir senaryo süreci sonra da ekibin hikâyeye dahil oluşu gerçekleşti.

Bir filmin hem yapımcısı olup hem de başrol oyuncusu olarak rol almak nasıl bir duygu?

Ben tiyatro okurken bir yandan da hep kolektif çalıştım, o yapının içinde yetiştim. Asıl mesleğim ve tutkum da oyunculuk. Belki bu iki durumdan ötürü; yapımla alakalı çalışmalarımda titr benim için büyük bir gündem olmadı bu zamana kadar. Yanlış bir şey tabii bu ama neticede bir filmin yapımcısı ve oyuncusu olmak özellikle bir duygu hissettirmiyor. Açıkçası ben bu yolun başında Büyük İstanbul Depresyonu’nun kitlesel fonlama kampanyasına başlarken oyuncu kimliğimin kampanyada büyük bir pozitif etki sağlamayacağını da düşünüyordum. Filmin gücüne inandığım yerden cesaret ettim buna. Fakat bir yandan rol aldığım yapımların farkında olan ve filme bu yüzden dikkat kesilen sinemaseverlerin, tiyatro seyircisinin de varlığını bilmek ve bu hayalin bir parçası olmaları beni ayrıca mutlu etti ve duygulandırdı.

Büyük İstanbul Depresyonu ile ilgili gururlu ve mutluyum. Filmi, Dilan’ın geçirdiği süreci, ekipçe birlikte aldığımız yolu ve çıkan sonucu çok kıymetli buluyorum ve sadece mesleki olarak değil, hayatla ilgili de çok şey öğrendim.

Filmin hikayesine baktığımızda esasında İstanbul’da aynı veya benzer şartlara sahip milyonlarca genç insanın hayatına da şahit oluyoruz. Bu durumun sizi beslediği veya zorladığı noktalar oldu mu?

Besledi. Biz hep söylüyoruz. Ceren’in daha ilk senaryo toplantımızda altını çizdiği bir olguydu. Bu bir metropol sıkıntısı. İstanbul bir evin içinde çok farklı biçimlerde kendini gösteriyor, önemli bir teması filmin ama çatı tema işsizlik, global bir mesele. Bir yandan da bu ülkenin çok ciddi bir krizi. Kadına bakış da keza… Didem ve Ayşe gibi ve bir sürü akranımız gibi bizim de finansal anlamda bir çıkış noktamız yoktu. Bir hayal ve onu gerçekleştirme yolunda idealize ettiklerimiz vardı. Karakterlerin işsiz olmaları, metropolden gitmek zorunda kalmak ihtimali o an onları sıkıştıran çatışmalardan biri ama kadın olarak şehirde var olmanın sancıları yalnız ekonomik değil. Dilan’la çok defa filmin farklı anlarının bambaşka yansımalarını bu filmi gerçekleştirmeye çalışırken deneyimledik. O bir kadın yönetmen olarak ben de bir kadın oyuncu-yapımcı olarak bize çarpan bir sürü bakış ve yargıyla da mücadele ettik, ediyoruz.

Didem ve Ayşe iş arayışında olan fakat ülkedeki mevcut ekonomik şartlardan dolayı bir türlü iş bulamayan iki birey. Ayşe iş aramak uğruna biraz daha çabalayan bir görüntü sergilese de Didem’in durumunu ise tam olarak umutsuzlukla açıklayabiliriz. Didem’in bu ruhsal çöküntü hali de ülkedeki milyonlarca işsiz ama umutsuz genci temsil ediyor. Dönemin şartlarını apaçık ortaya koyan rollere bürünmek nasıl bir sorumluluk yükler bir oyuncuya?

Öyle mi? Ben aslında filmin geçtiği iki günde Ayşe’nin yaşadığı deneyimi daha sert buluyorum. Didem’in derdi kendine bakan göz, Ayşe’yle. Ayşe hem onun kendisine çıkardığı tırnaklarla mücadele ediyor, hem de dışarı çıkıp aksiyon alıyor. Ve eve dönüşündeki umutsuzluğu bana daha büyük geliyor aslında. Didem kendi içinde kapana kısılmış ama YouTube sahnesinin varlığı sebebiyle o kadar da umutsuz olmadığını söyleyebiliriz. Benim sevdiğim bir yönü senaryonun bu iki karakterin umudu bulup kaybedişlerinin geçişkenliği. Hayatta da böyle. Psikolojik olarak zor olan taraf tam bu zaten, Dilan’ın da yazarken bilinçli olarak seçip işlediği bir çapraz durum var. İhtimallerin belirip kayboluşundaki hız iki karakteri de sürekli etkiliyor. Oyuncu olaraksa ben karakterin yaşadığı şeyin toplumda değdiği yer üzerinden rolüme çalışmıyorum. O karakterin kendi öznel gerçekliği var, dolayısıyla bir insan olması için onun gerçekliğinin çizgileri içinde hareket edersin. Yoksa bir sorumluluk duygusuyla kurmaca bir rolü bir insan kılmak, o hikâyenin özerk bir evreninin oluşması mümkün değil.

Gerçek yaşamınızdaki karakteriniz ile Didem arasında benzediğiniz veya farklı olduğunuz hangi noktalar var?

Ben tek başına acısına gömülen biri değilim. Ya çıkarım o evden ya da arkadaşlarımdan, ailemden yardım isterim. Bir diğer fark da, ben doğduğum ve büyüdüğüm şehirde yaşıyorum. Annem babam şu an bu şehirde yaşamasa da buralılar. Ailemin kalan kısmı da İstanbul’da.  Bu bazı noktalarda tutunma anlamında kolaylık sağlıyor olabilir.

Sizin için “sıkışmışlık” kelimesi neyi ifade ediyor?

Herkes gündelik yaşamında başka şekillerde, ölçeklerde sıkıştığını hisseder ama majör anlamda en negatif şekilde bu duyguyu hissedişim, insani ilişki kuramadığımı hissettiğimde oluyor.

Tüm dünyada cinsiyet üzerine ciddi bir devrim gerçekleşiyor bir süredir. Bu topraklarda da korkunç bir şiddetin, kıyımın içinde yaşıyoruz, yaşamaya çalışıyoruz, çalışmaya çalışıyoruz. Aynı masaya oturduğum, bir şekilde aynı sosyal ağı paylaştığım, bir ilişki biçiminde olduğum başta hetero erkekler olmak üzere kimsenin inceliksiz davranışlarına da, cinsiyet üzerine, haklar üzerine, özgürlükler üzerine konuşurken iki kere düşünmemesine de, bir eleştiri ya da tepki aldığında dinlemek yerine kendini savunmaya çalışmasına ya da kendi fikrine duyduğu hayranlıktaki ısrara da bir süredir gerçekten tahammül edemiyorum.

Kariyerinizde kısa filmin yanı sıra, sinema filmi, dizi ve tiyatro oyunculuğu da var. Kısa film oyunculuğunu diğerlerinden ayıran en önemli faktör ne sizce?

Yönetmenin dünyasını algılamak ve onun içinde var olmak için hem hazırlığında hem setinde çok kısıtlı bir vakti oluyor oyuncunun. Zamansal faktör tek fark, oyunculuk anlamında bir fark herhalde kimse için yoktur.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, YorgosLanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Yeni yeni bir sektör halini alıyor kısa film. Bir yandan da bir yönetmenin önce daha kısa-orta metrajlı hikayeler çekmesi doğal bir durum. Hem nasıl bir sinemacı olduğunu gösterebilmesi için hem becerilerini geliştirebilmesi için. Ama genel olarak hikâye odaklı bakmak sağlıklı olan. Biçimi hikâye getirir çünkü.

Son olarak ilerleyen süreç için yapımcısı veya oyuncusu olacağınız başka kısa film projeleriniz varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Henüz seyirciyle buluşmayı bekleyen kısa filmlerim var rol aldığım. Elif Refiğ’in yönettiği Siz Biraz Uzak Kaldınız, Melisa Üneri’nin çektiği Cemre & Eda. Büyük İstanbul Depresyonu ile birlikte çok fazla insanla tanıştım senaryolarını, filmlerini paylaşan. Fikrimi merak ettikleri için mutlu oluyorum, yardımcı olmaya çalışıyorum elimden gelen bir şey varsa ama şu an yapım anlamında bir kısa film projem yok. Filmimizin festival süreci devam ediyor, aktif olarak oyunculuk da yapıyorum. Dolayısıyla takvimsel olarak da zor şu an için. Festival sürecini yönettiğim Alican Yücesoy’un kısa filmi Taş’ın hala ne mutlu ki davet aldığı festivaller, gösterimler oluyor. Akbank Kısa Film Seçkisi kapsamında şu an YouTube’da da erişime açık.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir