“Kendimi Hiçbir Alana Daha Fazla Ait Hissetmedim”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 91. haftasından herkese merhaba. Yaşamımızın pek çok anında karşı karşı kaldığımız zıtlıklar kısa film türünde de yönetmenlerin öncelikli olarak tercih ettiği durumların başında geliyor. Bozuk bir araba içerisindeki iki kadının kırılmalarına, direniş ve teslim oluş biçimlerine tanıklık edilen kısa bir yolculuğun hikayesini bir çatışma üzerinden veren Selen Örcan da ilk kısa metrajı Herkesin Yapabileceği Bir Şey ile bu haftaki konuğum. Seyircisine bir yolculuk hikayesinden fazlasını veren Herkesin Yapabileceği Bir Şey, yeni mezun bir genç olan Saadet ile deneyimli fakat bir süredir işsiz olan Çiğdem’in hikayesinden bir kesiti sunuyor.

Filmin yönetmeni Selen Örcan ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Selen Örcan?

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık ve Dramaturji Bölümü mezunuyum. Üniversitedeyken sinemaya ilgi duymaya başladım ve o zamandan beri birlikte çalışmaktan keyif aldığım dostlarımla birlikte, özellikle senaryo alanında üretim halindeyim.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Ortalama bir sene diyebilirim. Senaryonun yazımı ve revizeleri ortalama dört ay, hazırlık yine dört ay, dört gün set ve kısa bir soluklanmadan sonra post prodüksiyon da ortalama iki ay sürdü.

Filmi ayrıntılı konuşmadan önce hikayenin nasıl oluştuğundan bahsedelim dilerseniz. Kurgusal yönü mü daha ağır basıyor yoksa tanık olduğunuz bir olay/durum mu Herkesin Yapabileceği Bir Şey’in temellerini attı?

Aslında biraz tesadüf sayılacak bir biçimde çevremden bir süre boyunca mülakat hikayeleri dinlemiştim. Özellikle gençlerde, hangi alanda olursa olsun işe alım süreçlerinin liyakatsiz şekilde ilerleyeceğine dair ortak bir algı var. Sık rastlanılanı, hatta belki klişe olanı hikâyeleştirip farklı bir perspektifle olaya yaklaşmayı heyecan verici buluyorum. Üretime başlamak için eşsiz bir fikrin gelmesini beklemiyorum açıkçası. Hikâyenin iskeletine dair bir taslak hazırladıktan sonra da kendi gençlik/yetişkinlik sürecimdeki iş tecrübelerimi ve tanıklık ettiklerimi sık sık başvurduğum kaynaklar olarak kullandım.

Yeni mezun bir genç olan ve istemediği bir iş için görüşmeye zorlanan Saadet ile deneyimli fakat bir süredir işsiz olan ve yakın zamanda taşındığı Başakşehir’deki yaşamına adapte olmaya çalışıp çevresindekilerin baskısıyla başa çıkmak için uğraşan Çiğdem yer alıyor hikayede iki ana karakter olarak. Karakterler her ne kadar farklı olsa da Türkiye’de yaşayan kadınların karşılaştığı benzer sorunları temsil eden tek bir karakter olarak görmemiz mümkün mü?

Sanırım mümkün. Birbirlerinden çok da farklı değiller. Yeterince hayal kırıklığı yaşarsa en fazla 10 yıl sonra Saadet’in Çiğdem’e dönüşme olasılığı oldukça yüksek.

Herkesin Yapabileceği Bir Şey bir yolculuk hikayesinden çok daha fazlasını vadediyor seyircisine. İki kadının birbiriyle kurduğu ilişki, rekabet ve dayanışmayı Çiğdem’in arabasındaki yolculuk süresince görebiliyoruz. Saadet ve Çiğdem içinde yer aldıkları ataerkil sistemde ne kadar kendileri ve özgür olabiliyorlar?

Bütünüyle özgür olamadıkları kesin. Kısıtlanmışlık karşısında aldıkları pozisyonlar farklı tabii. Saadet sınıfsal ve kültürel kısıtlamalarla mücadele edip gedikler açmaya çalışırken Çiğdem arka arkaya gelen yenilgilerin de bıkkınlığıyla işleyişe teslim oluyor. Umduğu, varış yolunun etik olup olmadığına bakmadan bir kazanan olabilmek.

Hikayenin önemli bir bölümü Çiğdem’in arabasında geçiyor. Böylesine dar bir alanda söyleyecek sözü oldukça geniş olan bir konuyu işlemek, özellikle diyalogların yazımında siz nasıl alanı genişletme fırsatı yarattı?

Sıkışmış alanlar yaratmak diyalog yazımımı kolaylaştırıyor. Bunu öğrenciyken de sık sık yapardım. Teslim ettiğimiz neredeyse tüm ödevler bozuk bir asansörde, sokağa çıkma yasağı sırasında bir evde ya da silahın el değiştirdiği bir ortamda geçiyordu. Benzer bir refleksi burada da gösterdim sanırım. Arabada, yolda olmak, sessizlikleri doldurma çabası bana hep enteresan ve doğurgan gelir. Aslında Çiğdem ve Saadet’in yolculuğunda tam anlamıyla bir sıkışma da söz konusu değil ama arabadan inmeyi talep etmek de bir cesaret gerektiriyor. Filmin sonuna kadar da Saadet bu cesarete sahip değil. Dolayısıyla biraz da mecburen birbirlerinin gözünde güçlenmeye, saygın olmaya çalışıyorlar. Bu çaba sırasında ikisinin de değiştiğini görüyoruz.

Hikaye, özellikle final sahnesindeki ahlaki çatışmalar sayesinde zirveyi görüyor. Bu noktada Saadet’in son sahnede aldığı karar ve elinde tuttuğu çikolataya uyguladığı eylem, baskı altında kalmış ve ailesine bağlı gibi görünen genç bir kadının güçlü iradesini de güçlü biçimde ortaya koyuyor. Yaşamımızda karşı karşıya kaldığımız bu tip anların mevcut durumumuzu daha iyi analiz etmemize ve kabuğumuzu kırmamıza fırsat tanıdığını söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle! Aniden ya da tek bir olay sebebiyle değil belki ama değişim, yuvadan/güvenli alandan çıkıp ötekiyle karşılaşınca, kişisel etik ve ahlaki değerlerini yeniden sınamak zorunda kalınca kaçınılmazmış gibi geliyor. Saadet için de çikolata eyleminin ilk ve son kez babaya karşı çıkma biçimi olmadığını düşünüyorum. Filmin görünmeyen öyküsünde bu gibi birçok örnek yaşanmıştır ve yaşanacaktır.

Hem Saadet hem de Çiğdem’in tek başına kendi ayakları üzerinde kalma arzusu, bir bakıma işi almak için aralarında rekabeti doğuruyor. Burada ayrıldıkları kısım ise Saadet’in her ne kadar memnun olmasa da babası aracılığıyla aldığı torpil, Çiğdem’in ise kendine olan güveni. Bu çatışma durumunun Saadet’in farkına vardığı gerçekler sayesinde finaldeki kararını almasında etkili olduğunu söylemek mümkün mü? Çiğdem ile karşılaşmamış olsaydı yine aynı cesur kararı alabilir miydi?

Üzerine düşünmesi oldukça keyifli bir soru. Saadet’in duraktan otobüse binerek görüşmeye gittiği ve Çiğdem’le hiç karşılaşmadığı versiyonda muhtemelen Saadet içine sinmese de görüşmeye girerdi. Çiğdem’le karşılaşması bir başkasının/ötekinin gözünden kendisine bakmasına sebep oluyor. Saadet’in arabaya bindiğinde kendi kararlarını verebilecek pozisyonda olmadığına, sıkıntılı tarafları görse de babasının sözünü dinlemesi gerektiğine dair bir düşüncesi varken Çiğdem’in bakışı kendisine daha fazla acımasına izin vermiyor. Çiğdem’in sözlerinden rahatsızlık duysa da haklı olduğunu biliyor. Aslında kendisine söylediği kadar çaresiz değil ve bebek adımlarıyla da olsa kendi hayatının üzerine memnun olmadığı şeyleri değiştirebilir.

Filminiz sayesinde ülkemizde aynı veya benzer şartlara sahip milyonlarca genç işsizin yaşadığı duygu karmaşasına da şahit oluyoruz. Genç bir birey olarak mezuniyet sonrası yaşadığınız benzer duygularınız oldu mu? Olduysa çıkış noktasını nasıl/ne şekilde buldunuz?

Ne yazık ki oldu ve olmakta. Henüz bir çıkış noktası bulduğumu söyleyemem. İşin kötüsü kişisel bir çıkış bulunsa bile alanlarında çok yetkin dostların, meslektaşların kendi mesleklerinden uzaklaşmalarına ya da artık iyice zayıflamış bir inançla çıkış yolu aramalarına tanıklık etmek oldukça yorucu. Bireysel kurtuluşlar işe yaramıyor gibi. Toplumsal bir değişime ihtiyaç var.

Saadet ve Çiğdem, kendi kabuğu içine bir bakıma sıkıştırılmaya çalışılan da iki kadını temsil ediyor. Sizin için “sıkışmışlık” neyi ifade ediyor?

Benim için sıkışmışlık;; değişime, mücadele etmeye inanmama hali. Memnuniyetsiz olsan da konumunu kabullenme. Geçmiş ve günümüzdeki mücadele biçimleri, oldukça köklü değişimlerin mümkün olduğunu gösterdi ve gösteriyor. Kısıtlamaya, farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışanlara inat çeşitli direniş biçimleri geliştirmeyi kıymetli buluyorum. Daha doğrusu başka türlü bunca şeye nasıl tahammül edilir onu bilmiyorum.

Hikayenizin İstanbul’un kentsel dönüşüme uğrayan bölgelerinden biri olan Başakşehir’de geçmesi de oldukça manidar. Şehrin ranta kurban giden ve sosyal sınıf farklılıklarını daha da derinleştiren kentsel dönüşüme dair neler söylemek istersiniz?

Bu alanda derin bir uzmanlığım yok, dolayısıyla sadece kişisel gözlemimden ve gündemi deneyimlememden yola çıkarak bahsedebilirim. Amacı, artık yaşanmaz olan bölgeleri, sakinlerinin de fikrine başvurarak yaşanabilir hale getirmek olan ya da olması gereken dönüşüm politikası bütünüyle sırtını ranta yaslamış durumda. Hiç şüphesiz ki bu değişim en çok da güvencesiz çalışanları etkiliyor. Henüz şehrin merkezinden uzaklaşmaya mecbur bırakılmadıysak da sürekli diken üzerindeyiz. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de Başakşehir. Çekiminin büyük bir kısmını Şahintepe’de gerçekleştirdik. Bu bölgede nispeten mahalle kültürü devam etmekte. Evlerin çoğu müstakil ya da dört katı geçmeyen yapılardan oluşuyor. Ancak sadece birkaç sokak uzaklaşıldığında yeni yeni yükselen siteler ve gökdelenlerle karşılaşıyorsunuz. Kısacası yatay mimari yerini dikey mimariye bırakıyor. Kuş bakışı bakıldığında gördüğün bir tür kuşatılma gibi. Dönüşüm tamamlandığında kuvvetle muhtemel Şahintepe sakinleri kendilerine şehrin daha dışında yeni yaşam alanları aramak zorunda bırakılacak. Edirnekapı’dan İstanbul’un diğer uçlarına dek deneyimle sabit bir olgu.

Filmin güçlü hikayesini yukarıda tutan bir diğer etmen de Selin Hasar ve Zeynep Kızıltan’ın birbirini tamamlayan oyunculukları. Kendileriyle çalışmak ve oyuncu yönetimi beklediğiniz ölçüde mi geçti?

Beklediğimden çok daha iyiydi diyebilirim. Bu beklentimin düşük olmasından değil (Selin ve Zeynep henüz görüşmeden önce umarım kabul ederler diye sabırsızlandığım oyunculardı) onların inanılmaz bir özveriyle filmi sahiplenmelerinden kaynaklı. Uzun prova süreçleri, karakterlere, diyalog yapısına, beden kullanımına, tavra dair sürekli bir arayış içerisinde olmaları, incelikli iletişimleri, dostlukları… “Ekip olmak” romantizmine girmek istemiyorum ama bu süreçten ne zaman bahsetsem gözlerim doluyor. İyi ki yollarımız kesişmiş, iyi ki bana ve filme inanmışlar.

Herkesin Yapabileceği Bir Şey ile senaryosunu yazıp yönettiğiniz ilk kısa metrajınıza imza attınız. Sizin için bu ilk macera nasıl bir süreçti? Hangi tecrübeleri edindiniz, neleri yapmamanız gerektiğini öğrendiniz?

Bu benim ilk yönetmenlik tecrübem olduğu gibi ilk set tecrübem de oldu. Dolayısıyla öğrendiklerimi sayarsam yüksek ihtimalle lafı çok uzatmak zorunda kalırım. Ama bütün teknik gerekliliklerin dışında olmazsa olmaz diyebileceğim şey ekibin, filmle aidiyet hissedeceği bir süreç izleyebilmek, “bizim filmimiz” kalıbını söyletebilmek. Bu da samimiyetten, kişilerin uzmanlıklarına güvenmekten, sağlıklı iletişimden geçiyor herhalde. Tekrar ve tekrar tüm ekibime teşekkür etmek istiyorum, bana ve filmimize inandıkları için.

Sinema, yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?

Bu soruyu kişisel bir yerden yanıtlayabilirim ancak. Açıkçası ben kendimi hiçbir alana daha fazla ait hissetmedim. Bunu sanatın toplumsal misyonu, dönüştürücü gücü gibi bir yerden söylemiyorum. Üretmek ve izlemek bana iyileştirici geliyor. Tamamlanmamış büyük bir öyküden tamamlanan küçük öyküler aracılığıyla öç almak gibi bir şey belki.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Kısa film, bir sıçrama tahtası olamayacak kadar zor bir anlatı türü aslında. Böyle algılanmasında, uzun metraja kıyasla, maliyetler gözetildiğinde daha kolay üretilebiliyor olması var herhalde. Yeterince kaynağa ulaşabiliyorsan artık kısa film çekmeye tenezzül etmezsin gibi bir bakış. Enteresan gerçekten. Ancak dediğiniz gibi, özellikle son birkaç sene içerisinde üretilmiş kısa filmlere bakıldığında her anlamda büyük bir özen görmek mümkün. Oyunculuklar, prodüksiyon, hikâyeye gösterilen özen, teknik yetkinlik… Olduğu kadar anlayışının bir kenarı bırakılıp, iyi filmlerle rekabetin de teşvikiyle sektörün profesyonelleştiğini görmek mutluluk verici. Bunun devam etmesi için finansal desteklerin artması; festivallerin, dijital platformların, kısacası seyirciyle buluşma noktalarının kısa filme çok daha fazla önem vermesi şart elbette.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Yazımını henüz tamamladığım Küçük Bir Kutlama isimli yeni bir kısa film projem var. Kısaca bol havai fişekli bir gerilim filmi diyebilirim. Umarım en kısa zamanda koşullar olgunlaşır ve çalışmalara başlayabiliriz.

Sorudan bağımsız son olarak da incelikli düşünülmüş sorularınız için çok teşekkür ederim. Söyleşmek benim için çok keyifliydi.

PAYLAŞ

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir