“Biçimi Tercih Olarak Ele Almıyorum”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 44. haftasından herkese merhaba. İlk kısa metrajlar yönetmenler adına her zaman özel bir yere sahiptir. Bugün ise ilk kısa metrajıyla yönetmenlik yolculuğuna başlayan ve bunu 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması’nda yer alarak yapan Aile Tablosu filminin yönetmen, senarist ve kurgucusu Burcu Uğuz bizlerle olacak. Oyuncu kadrosunda İdil Gün, İştar Gökseven, Hakan Atalay ve Aslan Alver’in yer aldığı Aile Tablosu, aile tablolarını yaptırmak isteyen varlıklı bir ailenin, ünlü bir ressamın yaptığı tabloyla kendi gerçeklikleriyle yüzleşmesini konu alıyor.

Burcu Uğuz ile gerçekleştirdiğim bu keyifli röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Burcu Uğuz?

1992 yılında Mersin’de doğdum. Ankara’da okudum, büyüdüm, yaşadım. Lisede dil, üniversitede çevirmenlik öğrenimi gördüm. İstanbul’a taşındım ve bir yayınevinde çalışmaya, kitap çevirileri yapmaya başladım. Dilin imkânsızlıklarına kırıldım, yanıltıcılığına küstüm. İmajların öznelliğiyle doğrudanlığına sığınarak kendimi sinemada keşfetmeye karar verdim.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Yazımı kısa, yeniden yazımı uzun, hazırlığı görece hızlı, yapım sonrasıysa geçirdiğim diz ameliyatı ve hemen ardından başlayan pandemi sebebiyle sanırım diğer tüm aşamalardan daha uzun sürdü. Aile Tablosu’nun ilk senaryo taslağı 2018’in sonunda çıktı. Yaklaşık bir ay süren bir ön hazırlıktan sonra 2019’un Nisan ayında iki gün süren çekimleri tamamlandı. Yapım sonrasıysa 2020 yılı içinde peyderpey bitti.

Filmin ortaya çıkış hikayesi nasıl gerçekleşti? Kurgusal yönü mü daha ağır yoksa gerçek hayattan esinlenerek mi oluştu?

İlkgençlik yıllarımda hep hız sorunu yaşadım. Yavaşlamak, durmak nedir bilmemekten bazı dönemeçleri fazlasıyla savrularak aldım. Darmadağınık geçen yirmilerden durulmak istediğimi hissettiğim otuzlarıma yaklaşırken çalıştığım yayınevinden ayrıldım ve çoğu zaman yalnız kalma fırsatı bulamadığım anne evinde tek başıma üç ay geçirdim. Aklımdaki tek tasarı hiçbir tasarı yapmamaktı. Can sıkıntısıyla geçen bir akşam aile albümlerimizi karıştırmaya başladım. Bayram günlerinde, sabahın köründe uyandırılıp özene bezene taranıp giydirilip fotoğrafçıya götürülen abimle çocukken duyduğumuz can sıkıntısının çekilen fotoğraflara yansıması ilkin beni çok eğlendirdi. Buna karşılık pek iyi geçinemeyen ebeveynimin zoraki mutluluk pozları, biz çocuklara verdir(eme)dikleri pozlar, diğer insanlara veya gelecekteki kendine olduğundan başka görünme çabası, ama her şeyden önemlisi bu çabanın anlamsızlığı filme dair ilk iki fikri aklıma düşürdü. Bunlar da fotoğraf çekimi sahnesiyle filmin ilk cümlesi, “Ben insanın kendini anlatma çabasını vakit kaybı olarak görüyordum”du. Tasarısızlık kararıma yine ihanet etmiştim tabii ama ne yapalım, böyle oldu. İyi ki de olmuş.

Filminizin ortak yapımcılarından biri de oyuncu Damla Sönmez. Kendisiyle yollarınızın nasıl kesiştiği ve sonraki sürecin işleyişinden kısaca bahsedebilir misiniz?

Yollarımızın nasıl ayrıldığını anlatabilirim. Filmin diğer iki ortak yapımcıları Murat Öngel kamera ve ışık ekipmanlarımızı sağladı, Ufuk Alver ise kitlesel fonlamada yapım sonrasının oluşturduğu bütçeyi karşıladı. Yapım sonrası sürecinin ardından festival başvurularına başlayacaktık. Damla, ortak yapımcı olarak bu kısmın idaresini üstlenmek istedi. Fakat pandemi koşullarının belirsizliği içinde yaşamların gitgide ağırlaştığı sıralarda bir gün beni arayarak “artık yolculuğu muğlak filmlere boşuna emek ve zaman harcamak istemediğini” söyledi. Böyle durumlar her zaman gelişebilir fakat beni olan bitende inciten tek şey kullandığı “boşuna” kelimesi oldu.

Filmin çekimlerini ressam Kemal Seyhan’ın atölyesinde gerçekleştirmişsiniz. Kendisinden mekan kullanımı dışında hikayeyle alakalı olarak hangi konularda destek aldınız?

Çekimlere başlamadan Kemal Seyhan’la, onun o şahane atölyesinde çokça vakit geçirdik. Onun sanatına yaklaşımında, yalınlığında, insanlara karşı sevecenliği ve içtenliğinde sanatçı nedir, uğraşı ne olmalıdır sorularına yanıt buldum. Bundan daha büyük ne katkısı olabilirdi ki?

Filmde aile tablosu yaptırmak isteyen varlıklı bir ailenin bu süreçte yaşadıkları ve kendi gerçekleriyle yüzleşmesini izliyoruz. Aile gibi oldukça karmaşık dinamikleri olan ve farklı kişilikleri barındıran bir hikayenin yazım süreci size zorluklar yaşattı mı?

Verilen alelade bir nefes rahatlığında ortaya çıkan anlatıları çok severim. Aile Tablosu’nun yazım süreci pek öyle olmadı. Bunun sebebi belki ilk filmim olmasından duyduğum, benim için o zamanlar yeni bir düşünme-yazma disiplini olan, sinematografik anlatıya dair kaygılardır. Belki de henüz kendimle konuşamadığım başka başka sebeplerin de payı vardır. Bunları bugün tespit etmek benim için güç, umarım ileride berraklaşır.

Ben kendi açımdan filmi izlerken bir tiyatro oyununu takip ediyormuş hissine kapıldım ve bu da karakterlerin duygusunu yansıtmasında oldukça etkili olmuş. Oyuncu yönetimi ve mekan kullanımı konusunda dikkat etmiş olduğunuz noktalar neler oldu?

Ben öyle görmesem de tiyatro hissinin birkaç sebepten kaynaklanabileceğini anlıyorum. Aklıma gelen ilki, filmin tek mekânda geçmesi. Bu ister istemez, sinemadan çok tiyatroyu çağrıştıran bir durum. İkincisiyse filmin çok konuşan bir film olması. Diyalogların yanıltıcılığını ve çoğu zaman anlamsızlığını ortaya koymak için çok fazla diyalog yazdım. Bir yandan da bilmediğim bir alana girerken alanın iyi bildiğim tek yanına yaslanma çabam da vardı tabii. Sonraki filmlerimde beni edebiyattan bıktıranı bırakıp sinemaya çekene daha fazla odaklanacağımı sanıyorum.

Film, ailenin o iç işleyişindeki ve karakterlerindeki sorunlu atmosferi gösterircesine çoğunlukla karanlık bir atmosferde geçiyor. Bu tercih meselesinin oluşumu hakkında neler söylemek istersiniz?

Üretimimde biçimi bir tercih olarak ele almıyorum. Öz, biçimini kendi bulup getiriyor gibime geliyor. İçtenliği bu ikilinin hesapsız ortaklığında yakalayabileceğime inanıyorum. Aslına bakarsanız bu soruyu bana değil filme sormak gerekiyor.

Filmin neredeyse tamamında izlediğimiz 4:3 formatı ve kenarlardaki görüntü, final sahnesinde 16:9 formatla tamamlanıyor. 4:3 formatı seçmenizin altında yatan neden ne oldu?

Bu soruya yanıtım da bir öncekiyle hemen hemen aynı olur. Sıkışmışlık, ardından ferahlama, alışılageldik bir tuval çerçevesinden alışılageldik bir film çerçevesine geçiş gibi laflar edilebilir ama böyle lafları filmin üreticisi olarak etmekten hem çekiniyor hem kaçınıyorum. Film artık bittiği ve aktarıcısından çıktığı için ben de aynı soruları izleyiciye sormak istiyorum. Çerçeve oranındaki değişimin veya karanlıktan aydınlığa geçen planların, içlerinde nasıl bir his uyandırdığını merak ediyorum.

Aile kurumunun geçmiş ve günümüzdeki karşılığı arasında çok ciddi farklar bulunuyor. Modernleşme ile birlikte daha çok yalnızlaşan ve sorunlarını çözemeyen aile bireyleri de eskiye nazaran çok daha fazla gözlemleniyor. Değişen ve değişmekte olan aile kavramına dair sizin düşünceleriniz neler?

Benim için önceleri aile, yaşadığım yerde en sorunlu bulduğum oluşumdu. Artık böyle görmüyorum. Ailenin zaten sorunlu, birbirine bağlı birçok kavram ve oluşumdan sadece biri olduğunu düşünüyorum. Hatta sorunsuz herhangi bir şeyle karşılaşırsam galiba onu kendime konu edinir, “Bu şey nasıl da böylesine sorunsuz olabilmiş/kalabilmiş” diye anlamaya çalışırım.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Kısa, orta, uzun ayrımı yapmayı doğru bulmuyorum. Nasıl ki bir romancıya “Sen önce bir öykü yaz bakalım ona göre romana girişebilirsin” denemezse sinema üretiminde de yaklaşım bu yönde olmalı. Bir anlatı ne sürede anlatılabilecekse o sürede anlatılmalı. Buna “sektör” karar verememeli, anlatı sürelerini 15 dakika, 90 dakika gibi kalıplara sokmamalı, değeri süreye göre atfetmemeli hatta ne değer atfetmeli ne de değer biçmeli. Belki de yalnızca değeri görmeyi hedeflemeli.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka bir kısa film projesi mevcut mu?

Var tabii, olmaz olur mu? Huzurevindeki bir kadının yaşamının son gününde aklından geçenleri konu alan bir kısa, izler üzerine düşünmek istediğim bir uzun, bir de her üretimimizi birlikte gerçekleştirdiğimiz iki yol arkadaşım Ali Tansu Turhan’la Osman Sarp Altay’ın üzerinde çalıştıkları filmleri var. Umarım hiçbiri tasarı olarak kalmaz, hepsini zaman içinde gerçekleştirebiliriz.

 

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir