“Asıl Amaç Aklımı Kurcalayan Meseleleri Dışa Vurmak”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 86. haftasından herkese merhaba. Ülkemizde özellikle dizi setlerindeki uzun, yorucu, stresli ve riskli çalışma şartları hepimizin malumu. İnsan hayatının hiçe sayılmadığı ve ağır ihmaller sonucundaki kazaların ardından yaşanan ölümler ise bu acı gerçeği yüzümüze vuruyor. Basit gibi görünen fakat son derece önemli bir durumu kısa filminde işleyen Mehmet Kaan Karataş, bu haftaki röportaj konuğum olacak. Yönetmenin kısa metrajı Dördüncü Duvar, sanat departmanında çalışan genç bir set işçisinin, Dalgalanır Karadeniz adlı dizinin setinde oda dekorunu boyarken hayatını kaybetmesinden iki gün sonra yaşananları anlatıyor.

Filmin yönetmeni Mehmet Kaan Karataş ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Mehmet Kaan Karataş?

1995 yılında Antalya’da doğdum. Kendimi bildim bileli bir şeyler yazdım. Lise yıllarımda, amatör olarak, karikatür çizmekten güfte yazmaya kadar birbirinden alakasız birçok alanla uğraştım. Zamanla yaptığım her şeyden birer birer sıkılıp sinemaya merak sardım. 2014’te Kadir Has Üniversitesi’nde Radyo, Televizyon ve Sinema okumak üzere İstanbul’a geldim. Okurken çeşitli bağımsız işlere koşturdum. Yönetmenliğini Ulaş Tosun’un yaptığı Afganistanbul ve Merhaba Canım filmlerinde yardımcı yönetmenlik başta olmak üzere muhtelif görevlerde yer aldım. Mezuniyet projem olarak 2019’da O Saatte Orada Ne İşi Varmış? adlı bir mockumentary çektim. O gün bugündür, bağımsız sinema yapma inadı ile ölmeme çabası içerisindeyim.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı? Pandemi süreci çekimleri nasıl etkiledi?

Fikir, pandemi başlamadan kısa bir süre önce ortaya çıktı. Pandemi başlayınca senaryoyu yazmaya fırsatım oldu. Ön prodüksiyon sürecini çoğunlukla Zoom toplantıları ve telefon üzerinden, uzaktan ilerlettik. Pandemi, bürokrasi ve muhtelif sebepler nedeniyle set tarihi üç kez ertelendikten sonra son tarih olarak Nisan 2021 belirlendi. Hem kısıtlamalardan hem de prova mekanı bulamamaktan (tabi bir de 11 oyuncuyu düzenli olarak toplayabilecek bir bütçemiz olmadığından) setten önce yalnızca bir prova alabildik. O da tam kadro değildi. Gelemeyen arkadaşlarım ile -internet hızı el verdiğince- Zoom’da prova yaptık. Görüntü yönetmenimiz bile mekanı setin ilk günü görebildi. Bir gün dekor kurulumu ve üç gün çekim olmak üzere dört günlük prodüksiyon sürecimiz boyunca akşam sokağa çıkma yasağı vardı. Ve setin son günü 17 günlük sokağa çıkma yasağı başlıyordu. Ekip için gerekli izinleri almıştık tabii ama işi şansa bırakmamak için herkesin yasak başlamadan evine varabileceği şekilde bir plan yaptık. Çekimden sonra duvarı tekrar eski rengine boyamamız gerekiyordu, aceleden öyle bırakıp 17 gün sonra boyadık. Nitekim iyi yapmışız. Çünkü bize resmî makamlarca onaylandı denilen izinlerimiz aslında tam da onaylanmamış, set bittikten birkaç gün sonra başka bir resmî kurumdan gelen maille öğrendik. Çekimden yaklaşık bir ay sonra post prodüksiyon süreci başladı. Eylül 2021’de post prodüksiyon süreci bitti ve filmi tamamladık.

Kısa film türünde sinemacılar açısından fon bulmak uzun metraja nazaran daha çetrefilli bir süreç. Dördüncü Duvar, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğinin yanı sıra Kadir Has Üniversitesi Yaratıcı Endüstriler Platformu’nca yürütülen InIDEA Programı çerçevesinde desteklendi. Fon bulma ve yapım süreci nasıl gelişip ilerledi?

Öğrenciliğim devam ederken okulumda bir fon başvurusu açıldığını duydum. Dördüncü Duvar henüz fikir aşamasındaydı ve son başvuru tarihine az kalmıştı. Senaryoyu yazıp başvuruya yetiştirebildim ve destek almaya hak kazandık. Aldığımız maddî destek filmi tamamlamaya yetmezdi. Fakat kampüsün içinde bir çekim mekanı sağlanması gibi aynî desteklere de güvenerek çekim planları yapmaya başladık. Biraz cahil cesareti oldu diyebilirim. Vakaların tekrar artması, söz verilen mekanların sağlanmaması gibi sebeplerle çekimi bilinmeyen bir tarihe ertelemek durumunda kaldık. “Hazır ertelemişken bakanlık desteğine başvuralım” dedik. Pek ümitli olmamamıza rağmen olumlu sonuçlandı. Hem o sayede hem de yapımcımız Esra Kutlu’nun projeye dahil olmasıyla süreç hız kazandı ve çekimi gerçekleştirebildik.

Filminiz, sanat departmanında çalışan genç bir set işçisinin, Dalgalanır Karadeniz adlı dizinin setinde oda dekorunu boyarken hayatını kaybetmesinden iki gün sonra yaşananlara odaklanıyor. İş kazalarının oldukça yüksek olduğu ülkemizde sinema ve dizi sektöründeki set kazaları da azımsanmayacak seviyede olduğunu biliyoruz. Birkaç gün konuşulan ama sonrasında hiçbir şey yaşanmamış gibi devam eden yaşamımızda yer alan bu tip kazalara dikkat çeken filminizin hikayesini yazmanızda etkisi olan bir olay var mı?

Bir işçi çocuğu olarak iş güvensizliği konusu, kendimi bildim bileli dert edindiğim bir konu oldu. Gerçi her sektörde işçi ölümlerinin “fıtrat” olarak lanse edildiği ülkemizde bunları dert edinmek için illa işçi yakını olmaya gerek yok diye düşünüyorum. Bu hikayeyi yazarken de spesifik olarak tek bir olaydan değil, yıllarca duyduğumuz birçok iş cinayetinden etkilendim. Ama hikayeyi yazmamı tetikleyen en baskın olay Atiye dizisinin setinde sigortasız çalıştırılan Hasan Karatay’ın seti boyarken hayatını kaybetmesi oldu. Bu olay ufak tefek baş sağlığı dilekleriyle geçiştirildi. Daha sonra, dizinin galasında bir oyuncu, verdiği röportajda Netflix ile çalışmanın artılarını anlatırken “Kendimizi çok güvende hissettik” ifadesini kullandı. Yanlış anlaşılmasın, niyetim bireyleri itham etmek değil. Yıllardır sinema ve dizi setlerinde bu olayların önemsenmemesini maalesef ki kanıksamışken, alternatif olarak ortaya çıkan dijital platform setinde de sistemin çok farklı işlemediğini görüyoruz. Hiçbir iş insan hayatından daha değerli değil. Gencecik bir insan ölmemiş gibi davranmak nasıl mümkün olabilir bilemiyorum.

Dizi setinde kaza geçirerek yaşamını yitiren genci, onu hiç göstermeyerek anlatan bir filmle karşı karşıyayız. Bu durum bir bakıma içinde yaşadığımız toplumun kayıtsızlığına karşı da sert bir eleştiri getiriyor. Yıllar geçtikçe daha “modern” olduğumuzu sanmamıza karşın birey ve toplum olarak daha mı bencil oluyoruz?

Bence bu kayıtsızlık modernlikten gelmiyor. Çaresizlikten geliyor. Kayıtsız kalmadığımız senaryoda, genellikle sistem tarafından cezalandırılıyoruz veyahut sistemin dışına atılıyoruz. İşimizden oluyoruz. Sektörde iş bulamaz hâle geliyoruz. Ya da ses çıkarsak bile bu gibi kaygılardan ötürü insanların arkamızda durup durmayacağından emin olamıyoruz. Zaten insanları üç kuruşa muhtaç ettiler; o yüzden içine sinmeye sinmeye sistemin içinde varlığını sürdürmek zorunda olduğu için kayıtsız kalan bireyleri suçlamanın pek bir faydası yok. Dördüncü Duvar’da, hâlâ orada çalışmaya mahkum olan diğer set işçilerini suçlamıyoruz. Sadece durumu ortaya koyuyoruz. O sebepten ya da bu sebepten fark etmez, bu sistemin içinde kayıtsız kalınıyor. Neden kayıtsız kalınıyor? Biz de zaten bu filmle bunu soruyoruz.

Yaşanan set kazalarını örtbas eden dördüncü duvarı filminizde yıkıyorsunuz. Duvarları ortadan kaldırmanın sizin için en büyük anlamı ne oldu bu filmle birlikte?

Bu filmi duvarı yıkmaktan ziyade duvarın varlığını hatırlatmak olarak nitelendirebilirim. Evet, ekranı bölerek bu hayalî dördüncü duvarı deforme ediyoruz. Ama bu biçim farklılığı duvarı ortadan kaldırmıyor; aksine duvarların varlığını vurguluyor. Hikayede de boyası deforme olmuş bir duvar var. Boyanın yarım kalmış olması, orada yaşanan olayın varlığını karakterlere hatırlatıyor. Ama duvar yıkılmadı; aksine duvarın hatırlattığı olay, boya ile kapatılıyor. Dördüncü duvarların içindeki karakterler set kazalarını örtbas etmeye devam ediyor. Hikayelerin içinde kazanın nasıl olduğunu söyleyen net bir cümle bile yok.

Metnin yanı sıra biçimsel tercihlerimiz de bu örtbası destekliyor bence. Mesela son karede ölen set işçisinin fotoğrafını, kurgunun bize sunduğu biçimde ve aslında gerçek olmayan bir dizilimde görüyoruz. Ayrıyeten bu sırada dış ses olarak bir ana haber spikeri, Dalgalanır Karadeniz’in gelecek bölümünün anonsunu yapıyor. Filmimiz, olayların örtbas edildiği bu anonsun ardından Dalgalanır Karadeniz’in müziğiyle bitiyor. Her şey olduğu gibi devam ediyor ve hiçbir duvar ortadan kalkmamış.

Filmin ilk sahnesinin ardından dört kadraja bölünen ekranda her biri tek plan çekilmiş olan sahnelerle aynı setteki farklı karakterleri takip ediyoruz. Setin farklı yerlerini görüyor, oralarda konuşulan ve konuşulmayanlara tanık oluyoruz. Dilerseniz ekranı dört kadraja bölme ve her birini tek plan çekme kısmını konuşalım. Kısa filmlerde çok nadir rastladığımız bu riskli tercihte nasıl karar kıldınız ve uyguladınız?

Ekran bölme tercihi, filmin fikrinin ortaya çıktığı ilk andan itibaren vardı. Güvensiz çalışma koşullarının ve mobbingin başka başka hallerini seyirciye aynı anda sunmak istedim. Seyirciyi ilâhi bir bakış açısına konumlandırma niyetiyle yola çıktım, umarım başarabilmişizdir. Filmin ismi ile -çok basit ve direkt- bir bağlantı kurmak adına kadraj sayısını dört olarak belirledik. Tek plan tercihi ilk etapta yoktu. Yani dört kadrajın her birinin içinde kesmeler olacaktı. Ama zaten dört kadrajı aynı anda izlemek zorken bir de dördünde birden kesme olmasının dikkat dağıtıcı olacağından endişelendim. İstediğim ilâhi bakış açısını tam anlamıyla verebilmek için kesme kullanmamak ve hikayenin her anını göz önüne sermek gerekiyordu. Arkadaşlarıma ve sektörde çalışan tecrübeli hocalarıma split-screen ve tek plan tekniklerini birleştireceğimi söylediğimde çoğunlukla bunun çok zor olduğunu duydum. Özellikle düşük bütçeyle ve nispeten tecrübesiz bir ekiple imkansız gibi bir şeydi. Bunları duyunca bu fikre daha da ısındım.

Uygulama sürecimizi, baştan sona meşakkatler silsilesi olarak özetleyebilirim. Aynı anda ekranda göreceğimiz dört sahneyi senaryoda -doğal olarak- alt alta yazmam gerekiyordu. Bu sefer de hangi mizansenlerin aynı anda ekranda gözükeceğini kestiremiyordum. Farklı karelerdeki diyalogların çakışmaması gerekiyordu. Daha önce buna benzer bir senaryo örneği de görmedik, o yüzden neyi kerteriz alacağımızı da bilmiyorduk. Yardımcı yönetmenimiz Ezgi Yücekal dört sahneyi yan yana yazabileceğimiz, yani dört sütunlu bir tablo hazırladı. Diyalogları satırlara böldük. Her satırın sadece bir sütununa diyalog yazıp kalan üç sütunu aksiyonları yazmak üzere boş bıraktık. Sıra repliklerin kaç saniye tuttuğunu, yani kaç saniyelik sözsüz aksiyonlara ihtiyacımız olduğunu hesaplamaya geldi. 11 karakter var, toplanıp prova da yapamıyoruz. Oyuncumuz, cast direktörümüz ve fahrî rejimiz Doğukan Demirkapılar ile evde oturduk. Doğukan her karakteri oynayarak repliklerini okudu, kronometre tuttuk. Aşağı yukarı tahminî süreler çıktı. Sonrasında kaç saniyede kaç metre yürünebiliyor falan bir ton hesap kitabın ardından ortaya bir koreografi çıktı. Bunu da sadece bir kez prova edebildik. Çekim mekanında prova yapamadığımız için bu koreografiyi çekim günü oraya uyarladık. Her karakterin yürüyeceği rotayı, yere farklı renklerde bantlar yapıştırarak belirledik. Saniyeler ve santimetreler çok kritikti. Mesela bir diyalog 27 saniye sürüyorsa diğer üç planda da 27 saniye boyunca sessizlik olması lazım. Ezgi’nin sayı saymaktan sesi kısıldı. Tabi ki birçok değişkenden ötürü, oyuncular da robot olmadığı için, süreyi tam tutturamadığımız oldu. Kurgucumuz Murat Özbeyin, repliklerin çakıştığı yerlerde aksiyonları hızlandırıp yavaşlatarak sahneleri oturttu. Sesçimiz Samet Çıtak her planın sesini ayrı ayrı tasarladı. Genel bir set atmosferi sesi tasarladı. Ses ekranın ne tarafından geliyorsa o taraftaki ses çıkışından duyulacak şekilde miksledi. Ama maalesef birçok kısa film festivalinin gösterim salonlarındaki ses sistemi “öylesine” olduğu için bunu henüz fark eden olmadı. En nihayetinde pek denenmeyen bir şey denedik, zor olacağını biliyorduk. Sonuçtan memnunuz. Tüm ekibimin eline emeğine sağlık.

Özellikle Türkiye’de sinema ve dizi sektörünün arka planındaki uzun çalışma saatleri ve riskli çalışma koşulları en büyük problemler arasında. Bu konuya dair görüşleriniz neler? Uygun koşulların yaratılması ve daha insani şartlarda çalışmak mümkün mü? Bu konuda gerekli mercilerin atması gereken önemli adımlar neler?

Türkiye’de yanlış işleyen her mekanizmanın temel sorununun denetimsizlik olduğunu düşünüyorum. Çalışma saatleri, iş güvenliği, gerekli tedbirler vb. ile ilgili yasal düzenlemeler şu an ne durumda; pek vakıf değilim. Ama maalesef hepimiz biliyoruz ki; kâğıt üzerinde iyi gelişmeler olsa bile bunların uygulanması konusunda sıkıntılar var. Bunların takibini yapması gereken denetim mekanizmalarında sıkıntılar var. Salt kâr odaklı iş yapıldıkça, insan hayatı bu kadar ucuz oldukça, hep günü kurtarmaya yönelik adımlar atıldıkça insanî şartlarda çalışmak pek mümkün olmuyor. Milyonlarca dolarlar harcanan işlerde, iş güvenliğine harcanacak üç kuruş para nedense külfet geliyor.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Kısa film çekmenin uzun metraj öncesi bir basamak olduğu fikrine pek katılmıyorum. “Kısa film uzun metrajın kısasıdır” ya da “Uzun metraj kısa filmin uzunudur” diyemeyiz. Bence her hikâye kendi uzunluğunu, formatını, türünü kendisi belirliyor zaten. Şahsen film çekmiş olmak için film çekmiyorum. Beni kaşındıran bir mesele olduğu zaman bir şeyler üretme ihtiyacı duyuyorum. Bu mesele, hangi tür ile daha efektif yansıtılacaksa o türde bir esere dönüşüyor. Bu nedenle uzun metraj çektikten sonra da kısa filmler üretmek isterim.

Sadece sinema özelinde değil sanatın geneli hakkında böyle düşünüyorum. Asıl amaç aklımı kurcalayan meseleleri dışa vurmak. Sinema da bunun için bir araç. Bu yüzden bazı dertlerimin tezahürü sinema dışındaki araçlarla üretilmiş eserler olarak da karşımıza çıkabilir. Zaman ne gösterir bilinmez; elimden geldiğince içimden geleni üretmeyi planlıyorum.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız yeni projeleriniz varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Kasım 2022’de Tribulus Terrestris adlı kısa bir film çektik. Senaryoyu, aynı zamanda filmin oyuncularından, Doğukan Demirkapılar ile birlikte yazdık. Şu sıralar onun kurgusuyla uğraşıyorum. Post prodüksiyonu tahminen mart sonunda biter diye ümit ediyorum. Bir yandan da yine Doğukan’la birlikte yazdığımız, yıllardır demlediğimiz, İşin Ehli adlı mockumentary dizi projemizin hazırlık aşamasındayız. Fon başvurusunda olan birkaç kısa film projemiz daha var. Bir yandan da yazım aşamasında olan projeler var. İş çok, yeter ki destek bulunsun. Sizlere de değerli sorularınız ve vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir