Hayaller ve hayatlar çoğu kez ayrı telden çalarlar. Acımasız bir kanun gibi önümüzde duran bu gerçeği kabullenmek zordur. Lakin kabullenmek, unutmak anlamına gelmez ve ufak bir kıvılcım tüm birikmişleri tutuşturmaya yeter de artar. Bir Stephen King uyarlaması olan Chuck’ın Hayatı, girizgahtaki genelgeçer durumun hazin yansımalarını da ihtiva eden bir yapım. Birikmişlerin tutuşması, saman alevi tadında olsa da. Felaketlerle örülü distopik bir ortama gözlerini açan film, Chuck’ın hayatına tersinden odaklanıyor ve umutsuzluğun içinde aranan umutların somut objesi olarak Chuck’ın çocukluğuna kadar geri gidiyor. Sondan başa doğru giden filmlerin neden-sonuç ilişkisi içerisinde nedenselliği önceleyen bakışı gereği bizler de öykünün başlangıç noktasına doğru merakla ilerliyoruz.
Dünyanın büyük bir felaket neticesinde sayısız imkansızlığa gömüldüğü bir ortamına gözlerini açıyor film. Bir öğretmen, öğrencilerine umut aşılamaya çalışıyor. Biz ise neler olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Tam da böylesi bir umutsuzluğun içinde 39 yaşındaki Chuck’ın sokaklarda boy gösteren göz alıcı afişleri belirmeye başlıyor perdede, sanki üstü örtülü kalmış bir umudun filizleri gibi. Zira hayatın neşesi, kıymeti ve bir o kadar da anlamsızlığı, hepsi yekpare bir şekilde Chuck imgesinde vücut buluyor anbean. Filmin ilerleyen (daha doğrusu geçmişe doğru gerileyen) anlarına açılan bir kapı oluyor Chuck. Felaketin içeriğine dair somut bir vurgunun olmaması, özünde yaşama dair kadirşinas hislerin kıymetini önceleme amacını güdüyor. Gerçek felaket, kıymeti bilinememiş ya da kaybedilmiş bir yaşamdan başka şey değil.
Filmin ilk bölümündeki neşesiz ortamdan sonra Chuck’ın bir karakter olarak boy gösterdiği ikinci bölüm başlıyor. İlk bölümün moral bozucu ambiansına inat, bir sokak sanatçısının ritminde ansızın dans etmeye başlayan Chuck’ın figürleri ile vücuda geliyor capcanlı bir yaşam. İzleyici uzunca bir süre bu canlılığın eşlik edeni oluyor. İlk bölümdeki nedensiz kıyametten sonra ikinci bölümün anbean hüzne evrilmesi, yazının başında vurgu yapılan husus ışığında pek çok insan için empati kurmaya vesile oluyor. Bölümler bir bütün olarak değerlendirildiğinde filmin türüne dair tahminlemeler çıkmaza giriyor. Distopyadan çıkıp rengarenk bir ortama girmek, peşinden hazin bir öyküye evrilip bir çocuğun düş dünyasında yürümek filmi sert geçişlere zorluyor. O sebeple her bölümü ayrı birer fasıl olarak takip etmek çok daha konforlu.
Filmin son bölümünde Chuck’ın çocukluğu geliyor karşımıza. Anne ve babasını kaybeden Chuck’ın büyükannesi ve büyükbabası ile geçen çocukluk günlerinde hayallerini süsleyen dans sevgisini büyükannesinden alıyor Chuck. Lakin gerçekler büyükbabadan gelen muhasebe işlerini işaret ediyor. Büyüklerin Chuck için hayatı mutlu kılmak adına gösterdikleri çaba iç ısıtan cinsten. Evin çatı katındaki gizemli odanın sonradan açığa çıkan durumu filmin tüm sırrını çözme umudunu bir boşluğa düşürse de, korkunun da, ümidin de özünde insan yaşamının ta kendisi olduğu gerçeğini vurguluyor.
Yönetmen Mike Flanagan’ın, filmografisindeki pek çok korku filminden sonra Chuck’ın Hayatı gibi daha naif türden bir filmde ortalamanın üstünde bir yönetim sergilediğini görüyoruz. Bölümler arası sert geçişler ritmi ve bazen de duyguyu yakalama konusunda izleyiciyi zorlasa da bağımsız bölümler halinde izlendiğinde her bir bölüm kendi içinde seyir zevki yüksek bir ortam sunuyor. Bir uyarlama olması ile birlikte özgün konusu dikkat çeken filmde oyuncu performansları beklenen düzeyde.
Sinema salonlarının dijital platform tahakkümüne direndiği bir ortamda Chuck’ın Hayatı filmi izleyici için tatminkâr bir tercih olacaktır.