Toplumu Eleştirmeye Değil Anlamaya Çalıştım

Ulusal ve uluslararası festivallerden birçok ödülle dönen Nuh Tepesi filminin senaristi ve yönetmeni Cenk Ertürk ile Kolektif House Maslak’da coravirüs salgını öncesinde gerçekleştirdiğimiz keyifli ve samimi röportajımız sizlerledir. Kadrosunda Haluk Bilginer, Ali Atay ve Hande Doğandemir’in yer aldığı Nuh Tepesi, bir baba-oğul hikayesini anlatıyor. Ertürk ile filminin oluşumunu, festival yolculuğunu, Haluk Bilginer ile yollarının nasıl kesiştiğini konuştuk.

Filmografinize baktığımda bu filminizden önce 8-9 kısa filminiz olduğunu gördüm. Şimdi ilk uzun metraj filminizi çektiniz. Sinemayla yolunuz nasıl kesişti? Nasıl bu yola girmeye karar verdiniz diyerek başlayalım.

Benim IMDb ya da Kamera Arkası’nda bilgilerine rastlamadığınız kısa filmlerim de var. Kendi kendime ritmimi, çekim tarzımı bulmaya çalışırken çektiğim kısa filmlerim de var. Dolayısıyla 8’den biraz daha fazla. Tabii ben halen arıyorum. Üslup denilen şey insanın ‘buldum’ deyince bulduğu bir şey değil, zaman içinde keşfettiği bir şey. Çok küçük yaşlardan beri şiir, hikaye yazıyorum. Hatta her Türk genci gibi kendime şair dediğim bir zaman dilimi var, hayatımda. Türk gençlerinden ayrıldığım yer ondan çabuk vazgeçmem. O sıralar hikayeler yazmaya başlamıştım. Hatta şiirlerim de hikayeliydi. Üniversiteye geldiğimde ben Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi okuyordum. Ortalamam da iyiydi, hatta yurt dışında bir üniversitede doktora yapmayı düşünüyordum. O üniversitenin sinema okulunun iyi olduğunu da arkadaşlarımdan duyuyordum. Tam o sırada Boğaziçi’nde seçmeli bir ders açıldı. Ben ekonomi doktorası yapmayı planlıyordum ama bu düşünce hayatımın geri kalanı için beni heyecanlandırmıyordu. Derviş Zaim’den bir seçmeli ders aldım. O ders, sinemayla yolumu net bir şekilde buluşturdu. İlk dönem senaryo yazımı dersi veriliyordu. İkinci dönemde de yazdığımız o senaryoları çektiriliyordu. Dönem arasında Derviş Zaim beni arayarak, “sınıfa senin senaryonu çektirmek istiyorum, uygun mudur?” diye sordu. Ben de “Uygundur hocam” dedim. Çektik. O yaz da beni ‘Nokta’ filminde asistanı olmaya çağırdı. Gittim, reji asistanı olarak çalıştım. 

Ondan sonra reji asistanı olarak çalıştığım günlerim başladı. Ama o sıralar hem okulu bitirmekle hem de yurt dışında sinema eğitimi almakla ilgileniyordum. Sektörde biraz çalışıp, para biriktirip yurt dışına gittim. Ekonomi okurken sinemaya dair kişisel merakım dışında aldığım bir eğitim olmamıştı. İlgimin dışında beni besleyen bir şey yoktu. Biraz bu işin teknik taraflarını öğrenmek için New York Üniversitesi’ne gittim. Yolum oraya düştü. Orada sinema yüksek lisansı yaptım. New York Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yapmak pahalı bir şey olduğundan hayatım için pahalı bir karar vermiş oldum. Ben sinemacı olmak istiyorum demenin herhalde en sert yollarından bir tanesi seçmiş oldum. Ama New York Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmasam da hayatımda sinemasız yaşayamayacağımı, ben film yapmak ve izlemek zorundayım dediğim bir an vardı. Ben mesela şu an en yoğun zamanlarımda bile günde bir film izlemediğim zaman gerçekten eksikliğini hissediyorum. Her gün bir film izlemek gibi kendime verdiğim bir hedefim de var. Ben New York’a gidene kadar hep kısa film çektim. Yine kendime verdiğim, her sene en az bir kısa film çekmek gibi bir ödevim de vardı. Bir şeyler deniyordum sürekli. Sonrasında yüksek lisansımı yaparken kendimi Nuh Tepesi’ni çekerken buldum.

Nuh Tepesi’nin Tribeca Film Festivali’nde En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu olmak üzere aldığı iki önemli ödül var. Filmin festivale katılma süreci nasıl gerçekleşti? Oradaki jüriden, seyircilerden aldığınız yorumlar nasıldı?

Tribeca Film Festivali’ne davet edildiğimiz zamanlar da başka festivallere de davet edildik. Arasından bir tane seçmemiz gerekiyordu. Çünkü festivaller davet ederken çeşitli bölümlere göre davet ediyorlar. Siz de filminiz için en doğru kararı vermek istiyorsunuz. ABD’de okuduğum, ileride ABD’de birkaç projem olacağı ve son 10 yılımı ABD’de geçirdiğim için filmin prömiyerini orada yapmanın doğru olduğuna karar verdim. O davet eden festivaller arasında Tribeca’yı seçtik. İlk gösterime bütün oyuncularla beraber katıldık. Tabii ki gösterim çok güzeldi. Bunu bütün yönetmenler söyler ama ben parantez açarak söylemek isterim ki ‘Biz ödül beklemiyorduk’. Çünkü bize “Ödül alırsanız önceden haber veriyorlar” demiştiler. Bize haber vermedikleri için ödül törenine, ödül töreni ve Robert De Niro’yu görmüş oluruz düşüncesiyle gittik. Bizi en öne oturtmuşlar. En öne oturunca dedik ki, “Bir şeyler olabilir” ve heyecanlandık. Kardeşlerimin biri sağımda, biri solumda oturuyor. Oyuncularımız programlarının yoğunluğu sebebiyle dönmüştüler. 

Ben insanları ağlatmak için film yapmıyorum. İnsanları manipüle etmek gibi derdim yok. Hatta manipülasyonu bir yönetmen için sakıncalı bulurum. Ama Michelangelo Antonioni der ki “Ben film yapıyorum. Filmden beklentim karşı tarafta, izleyici de bir tepki oluşturmasıdır” Dolayısıyla karşı tarafta oluşmuş tepkiyi görünce insan heyecanlanıyor. Festival sırasında ve ödül töreni sonrasında olmak üzere toplamda üç gösterim oldu.  Bir gösterim sonrası şöyle bir tepki gördüm: Film bitti. 60 yaşlarında bir adam soru cevap öncesi hüngür hüngür ağlayarak yanıma geldi. “Sen misin yönetmeni?” diye sordu beklediğimi görünce. “Benim” dedim. Hüngür hüngür ağlayarak sarıldı. “Şaka yapıyorsunuz” dedim. “Hayır, şaka yapmıyorum, çok ağladım” dedi. Adamın ağlamasına çok mutlu oldum. Hayatımda ilk defa birinin ağlamasına çok sevindim. O adam soru cevabın sonuna kadar kaldı. Gözüm ondaydı sürekli çünkü Antonioni’nin dediği gibi bir andı. Benim için çok kıymetliydi. 

Daha sonrasında sektör profesyonellerinden bazılarının filmi izleyip bana yazılar yazdığını gördüm. Örneğin çok ünlü, dünyanın yakından takip ettiği filmlerin kurgusunu yapan bir kurgucu bana “Bu hiç ilk film gibi durmuyor. Çok olgun buldum. Sana yazıp seni tebrik etmek istedim” dedi. Ama bizim asıl heyecanımız festival başlamadan önce yapılan basın gösterimi sonrasında New York Times yayınlanan bir makaleydi.. O makalede ‘Festivalde görmeniz gereken 9 Film’ haberinde bize de yer verildi. Makalede hem filmi övüyorlar hem de Abbas Kiyarüstemi’ye benzetiyorlardı. Yazıda film için “Abbas Kiyarüstemi filmlerindeki hassas belirsizlik bu filmde de var” deniliyordu. 9 yönetmenden biri olarak bizi göstermesi çok hoşumuza gitti. Amerikalılar tepkilerini, duygularını Türk seyircisine göre daha açık bir şekilde gösteriyor. Dolayısıyla filme tepkilerini çok rahat gördük. Mesela normalde insanların gülmesini beklediğimiz yerler var. Ama hiç gülmelerini beklemediğimiz bir yer de var. O hiç insanların gülüşlerini beklemediğimiz üç cümlelik yerin insanları güldürdüğünü görmek çok garip gelmişti. Ben onu insanlar gülsün diye yapmadım ama neredeyse bütün uluslararası gösterimlerimizde oraya çok güldüler. Bu benim hoşuma gidiyor çünkü Yine Antonioni’nin dediği gibi ben karşı taraftan bir tepki almış oluyorum. 

Film bir baba-oğul hikayesini, çatışmasını anlatıyor. Hem Türk toplumu özelinde hem de dünya ekseninde baktığımızda en eski çatışmalardan biri. Sizin filminizin özgünlüğünü ortaya koyan hikayenin çıkışı nasıl oldu?

Kısa filmlerimin dördünde babamla çalıştım. İlk kısa filmim ‘Babamın Cenneti’nde babam yalnız oynuyor. İkinci kısa filmim ‘Pencereler Ardında’ babamla birlikte oynadık. Yıllar sonra ‘Zaman Zaman İçinde’ adlı bir kısa film çektim ama yayınlamadım. Çünkü kurgusu 6 ayda bitmişti. O 6 ayda benim yönetmenlikten, sinemadan beklediğim şeyler değişmişti. “Ben böyle bir filmi yayınlayamam, bu filmle gurur duyamam” demiştim. Ondan sonra yine babamla oynadığımız ‘Nuh Tepesi’nin temposunu denediğim ‘Uzun Bir Gün’ adlı kısa film çektim. 

Şimdi ‘Uzun Bir Gün’den ‘Nuh Tepesi’nin nasıl çıktığını anlatacağım. Bir gün köyde babamı ziyaret etmiştim. Babamla çok uzun yürüyüşler yaparız. Köyün dışına doğru yürüyoruz. Uzakta bir ağaç var. Arıcılık yapıyor babam. Baldan konuşurken bir ses duyduk, baktık, o ağaç çat diye sebepsizce yere devrildi. Önce birinin kestiğini sandık ama kesilse, kestiği şeyin sesini duyarız, duymadık. Ağacın yanına gittik. Gerçekten ağaç kökten kendi kendine devrilmişti. O devrilen ağaç beni çok etkiledi. Babama “Baba çok acayip değil mi? Biz görmeseydik bizden başka kimse o ağacın kendi kendine düştüğünü görmeyecekti’’ dedim. Eve gittiğimizde akşam, başka bir şey kafama takıldı. Bu sefer babama “Ağaç demek; güç demek, direnç demek, ayakta kalmak demektir. Bu ağaç nasıl devrilir?” diye sordum. Babam hemen cevap vermedi. Odanın içinde dolaştı, çay koydu. Dışarıda sigarasını içti, geldi. “Oğlum sen biliyor musun o ağaç neye direniyordu? Ne içini kemiriyor bitiriyordu, biliyor musun?” dedi. Babam şiirsel cevaplar vermeyi sever. Dedim, “Doğru söylüyorsun.” O ağacın neye direndiğini bilmiyorduk. Altından hangi su geçiyordu, kökünü ne aşındırıyordu. Babamın cevabı bende kaldı.

İkinci sınıf New York Üniversitesi için önemli bir yıldır. Okulun mezunlarından bilinen ünlü yönetmenler Martin Scorsese, Jim Jarmusch, Coen Kardeşler, Spike Lee gibi isimler ikinci sınıfta çektikleri filmlerle piyasayla ilk iletişimlerini kurmuşlardır. Çok önemsenir. Yüksek lisansın ikinci sınıfında bizden bir senaryo yazmamızı istediler. 2013 yılında ‘Nuh Ağacı’ olarak yazmıştım. Sınıfa götürdüm. Normalde 12 sayfa olması gerekirken 30 sayfaydı. Hocamız okudu ve ‘‘Cenk, bu muhteşem bir uzun metraj. Sen bunu kısa film yapma. Başka bir kısa film yap” dedi. Ben de o zaman babamla oynadığımız ‘Uzun Bir Gün’ü ‘Nuh Tepesi’ndeki baba-oğul hikayesinin dinamiklerine benzeyen ama başka bir konu ekseninde çektim. Orada ‘Nuh Tepesi’nin ritmini denedim. 2013 yılında ‘Nuh Tepesi’nin adı alındı. İlk Ağaç sonra Nuh Ağacı ve Nuh Tepesi olarak en son adını buldu. Film 3.sınıfta Darren Aronofsky ile ilginç bir buluşması oldu. Onun sınıfında senaryoyu geliştirdik. Nuh Tepesi beni 2013’ten beri meşgul eden bir hikaye. Filmin yolculuğu o düşen ağaçla başladı, sonra New York Üniversitesi ve Cannes Film Festivali’nde Cinefondation Rezidans programında yer alarak tamamlandı, sonra gelip çektim. 

Kadroyu nasıl şekillendirdiniz? İlk filminizde Haluk Bilginer ve Ali Atay ile çalışmak nasıl bir tecrübeydi?

Muhteşem bir tecrübeydi. Kendimi çok şanslı hissediyorum. Ayrıca bizim setimiz herkesin disiplin ve özveriyle çalıştığı, herkesin kendi sınırlarını bildiği muhteşem bir setti. Haluk Abi ve oyuncular özelinde söyleyecek olursak da 60 kişilik ekipte ilk uzun metrajını çeken kardeşlerim de dahil bir tek bendim. Kardeşlerim bile geçmişte uzun metraj yapımcılığı yaptılar. Herkes inanılmaz yardımcı oldu. Ben filmi yazmaya başladığım andan itibaren baba karakteri için Haluk Abi’yi düşündüm. O zamanlar tanışmıyorduk. Üniversiteden Nuh Ağacı ile mezun olup Cannes’a katıldığımızda yavaş yavaş film oluşmaya başlarken Haluk Abi’ye bir e-mail yazarak kendimi tanıttım, filmden bahsettim, Cannes Cinefondation Rezidans’a katıldığından bahsettim. “Bu senaryoyu en başından beri sizi düşünerek yazdım, sizinle tanışmak istiyorum” dedim. Maile cevap gelmedi. Bir ay sonra bir daha mail attım. Yine cevap gelmedi. İki hafta sonra “Haluk Bey sizi oyununa davet ediyor” şeklinde cevap geldi. Oyuna gittim, izledim, çıktık. Haluk Abi sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuşuz gibi bana sarıldı. “Çok güzel bir senaryo yazmışsın. Ağzım sulandı” dedi. Bir başka masada bulunan arkadaşlarının yanına gittiğimiz de “Bu arkadaş çok güzel bir senaryo yazmış ben de onda oynayacağım” dedi. Ben tanışacağız, konuşacağız diye düşünürken o direkt “Oynayacağım” dedi. Çok mutlu oldum. 3 saat film, karakter hakkında konuştuk. Gece 10’da “Cenkciğim müsait misin” diyerek mesaj yazdığını, arayıp uzun uzun karakter hakkında konuştuğumuzu bilirim. Ben Haluk Abi’den çalışkan olmayı öğrendim. Türkiye için önemli, kıymetli bir isim olmasının bir sürü sebebi vardır ama sanatına aşık ve çok çalışkan bir adam olması en önemli sebepleridir. Bu yolu yürüdükçe onun kapısını çalacağım zamanlar olacak. 

Haluk Abi’yle çalışacağımız kesinleşince oğulu kim oynasın diye düşündüğümde oyunculuğuna hasta olduğum, Limonata filmini çok sevdiğim Ali Atay’ı düşündüm. Limonata filmini yazan adam ile çok iyi anlaşabileceğimizi düşündüm. “Ali ile çalışmalıyım” dedim ve ona da bir mail yazdım. Ali bana geri dönüş yaptı. Buluştuk. Yapıyoruz dedik ve Ali ile çok hızlı bir şekilde arkadaş olduk. Kadın oyuncu arayışında casting direktörüm Harika Uygur’un yönlendirmesiyle Hande ile görüştük. Ben klasik anlamda oyuncu seçimi yapmıyorum. Oyuncuyu çağırıp kamera kaydı yapmıyorum. O yüzden ilk tanışmamız oyunculara acayip geliyor. Kısa filmlerimde de böyleydi. Şu anlık yapmıyorum ama belki ileride yaparım. Hande ile anlaştıktan sonra Mehmet Abi’yle yine Harika Uygur’la paslaşarak iletişime geçtim. Onunla yıllar öncesinden tanışıyordum. Onunla da anlaştık. Kendisi hikaye yazan biri… Karakterle ilgili şöyle düşündüm diyerek geldiği zamanlar oldu. Bu insanın inanılmaz hoşuna giden bir şey. Sizin yıllarca masa başında kendi kendinize kurduğunuz karakteri birinin alıp başka bir şeye dönüştürmesi inanılmaz bir keyif. İmam olarak karakterime seslenmek istemiyorum. Çünkü ben karakterlerime mesleğiyle seslenmeyi sevmeyen biriyim. Onun ismi Ahmet, mesleği ise imamlık. Ahmet karakteri için birçok oyuncuyla görüştüm. Çok kıymetli sanatçılar da vardı aralarında ama ilk Arın ile görüşmüştüm. Sesi çok etkileyiciydi, davudi bir sesi, gizemli bir yüzü var. Ahmet’in gizemli bir yanının olması lazım dedim. Aynı zamanda Arın, Ahmet karakteri ile ne yapmak istediğimi de çok iyi anlamıştı. Yan roller için yine casting direktörümle beraber çalıştık.


Anladığım kadarıyla oyuncu seçiminde sizin için önemli olan iyi bir iletişim kurmak olmuş.

Evet, dünyanın en iyi oyuncusu, ekibi, görüntü yönetmeni olsa da iletişim kuramadığınızve malzemeyi ileriye götürmek noktasında birlikte inisiyatif alamadığınız sürece o insanlarla çalışmak istemeyebilirsiniz. Bu nedenle iletişim kurabilmek çok önemli.

Filmde baba-oğul hikayesi etrafında toplumsal olarak inanç konularında, belli bir tonda insanların ön kabulleri noktasında bir eleştiri var. Babanın çocukluğunun ağacına sonrasında bir kutsiyet atfedilmesi noktası hikayenin başından beri var mıydı sonra mı gelişti?  

Film en başından beri kutsiyet atfedilen bir ağaç etrafında geçiyordu. Ama şunu da söylemem gerekiyor. Ben filmlerle toplumsal eleştiri yapmaya, karakterlere belli bir yerden eleştirel yaklaşmayı seven birisi değilim. Ben toplumun bir sınıfını eleştirmeyi değil, onu anlamaya çalıştım. Dolayısıyla eleştiri kelimesinden kaçınıyorum. Sizin kullandığınız kelimeyi kullananlar oluyor, saygı duyuyorum. Antonioni’nin dediği gibi izleyicide tepki oluşturmak için yaptığım bir filmdi. Siz de bunun bir eleştiri olduğunu düşünebilirsiniz ama ben senarist olarak yaptığım şeyi bir eleştiri çabası olarak değil bir anlama çabası olarak görüyorum. En başından itibaren bu tip yapıları anlama çabam vardı. Senaryoyu yazdığım ilk günden itibaren o oradaydı.


Burada dayatmacı bir eleştiriden bahsetmiyorum. Kurulan dünya içinde gelişen durumda baba bir mezarı olsun istiyor, mezarın kendisinin olması için bürokratik işleri halletmesi gerekiyor ve ağaçla ilgili oluşmuş bir toplumsal kabul var. Bir türlü ifade edemiyor, oğluna anlatamıyor iletişim sorunu yüzünden. En sonunda yaptıkları şey uzun bir aradan sonra iletişim kurdukları ilk an oluyor. Filmde Dostoyevski’nin Budala kitabı bize sürekli eşlik ediyor. O ayrıntının hikayesi nedir?

Budala, başucu kitaplarımdan birisidir. Zeki Demirkubuz’un da hastası olduğum için Zeki Hoca da “Artık bana Dostoyevski” demeyin dediği için istedimki ondan o yükü alıp “Dostoyevski” deyince bana sorsunlar. Şaka bir yana Budala’da Nastasya ile Prens Mişkin arasında garip bir aşk ilişkisi var. Bizim filmde bir kitap okuma meselesi var. Ömer’in eşi geldiğinde bak işte Budala’yı da bitirmişsin dediği bir sahne var. Aralarında bir kitap okuma ilişkisi var. O ilişki Budala’da da var. Nastasya kendisine aşık olan adama “Şu kitabı oku” diyor, adam da yanında taşıyarak kitabı ona okuyor. Dolayısıyla kitaptan hem o kitap ilişkisini hem de bir cümleyi aldım. Aynı zamanda Ömer’i yazarken Prens Mişkin’i, Elif’i yazarken de Nastasya’yı düşündüğüm için Budala’yı göstermek istedim. Sıradan bir gösterme olmasını istemedim. Şunu biliyorum, biz film yapan insanlar okuduğumuz kitapları göstermek istiyoruz. Ben ondan kaçındım. Filmde kitabın da bir hikayesi var biliyorsunuz. Ömer’i hikaye içerisinde bir yerden bir yere taşıdığı içinde kitabın bir varlığı var, filmde. 

Hande Doğandemir’in canlandırdığı Elif karakterini bir parantez içinde görüyoruz. Film bir baba-oğul hikayesi ama bir yandan Ömer’in de bir babalık serüveni başlamak üzere onun yanında orta yaş bunalımında. Elif’in hikayesi biraz daha açılabilir miydi yoksa o kısım başka bir hikayenin konusu mudur?

Çok güzel bir soru, teşekkürler. Hande’ye şöyle bir şey söylemiştim. Size de söyleyeyim. Yaparsam çok güzel olur. Şöyle bir hayalim var: İleride Hande’yle düşünüyorum, yaparsam 13 yıl sonra ve Hande’nin oynadığı Elif karakterinin 13 yıl sonraki halini, doğmuş kızlarının 13 yaşındaki hali hakkında bir film yapmayı çok isterim. Bir anne-kız hikâyesi mi, annelik, kızlık rollerinden sıyrılıp bir kadın hikâyesi mi yapmak isterim, onu bilmiyorum. Parantezin kısa tutulmasıyla ilgili olarak da şunu söyleyebilirim. Senaryoyu yazdığım ilk günden itibaren filmde ilk göreceğimiz şeyin kadın olacağını ve son duyacağımız sesin Elif’in sesi olacağını biliyordum. O yüzden sizin kullandığınız parantez kelimesini çok sevdim. Yani filmimin parantezini bir kadınla açıp, kadınla kapatmam gerektiğine çok inanıyordum. Çünkü erkekler âleminde geçen bu hikâyede ben kadın olmakla alakalı da bir şeyler söylemesini istedim. Aynı zamanda filmi izleyenler görecek ki büyük kırılmayı bir kadın yapıyor. Bir kadın hikâyeye giriyor, filmin o büyük kırılmasını yapıyor ve çıkıyor. Ben Elif karakterinin duygusal olarak filmde sürekli oynadığını düşünüyorum. Filmi izleyenler bana hak verecektir. Baba ile oğul arasındaki konuşmalarda, telefon konuşmalarında hep bir Elif muhabbeti oluyor.  


Yapımcılık noktasında kısalarınızda dâhil olmak üzere kardeşlerinizle çalıştınız. Bundan sonrada da o şekilde mi ilerleyeceksiniz?

Birlikte çalışmayı çok sevdik. Bundan sonra da birlikte çok şey yaparız. Ama şu an kardeşlerimin benim dışında yapımcılıklarını üstlendikleri filmler de var. Ondan dolayı uygun olmazlarsa birlikte çalışmayabiliriz. Tabii ki onlarla çalışmayı çok sevdiğim için ve kısıtlı imkanlarımıza rağmen çok iyi bir iş yaptıkları için her yönetmen böyle yapımcılarla çalışmak ister. Umarım müsait olurlar ve çalışırız. Çünkü bu takvim işinden ötürü yan yana olduğunuz insanlarla bile çalışmayabiliyorsun.

Yenir bir senaryonuz var mıdır hazırda?   

Çekmek istediğim iki senaryom var. Çekim takviminde adını da koyduk ama çekebilecek miyiz bilmiyorum. Zaman olarak orayı tutturabileceğimizden emin değilim.

Kısa filme hem büyük bir destek var hem de bir merak var. Kısa film çekmek isteyen, sinemaya meraklı gençlere ne tavsiye edersiniz?

Kendime de tavsiye etmiş olacağım. Ernest Hemingway “Biz kimsenin usta olamayacağı bir zanaatın çıraklarıyız” diyor. Dolayısıyla tabii ki biraz önce ismini saydığım Zeki Demirkubuz gibi ustalar var. Ama bu iş hep öğrencilik pozisyonunu koruduğumuz, sürekli öğrendiğimiz bir iş. Hatta Akira Kurosawa, Oscar sahnesinde sanırım “Bu sinema sanatının öğrencisiyim ve halen yeteri kadar öğrenemedim” gibi bir cümle kuruyor. Ancak şunu söyleyebilirim: Çok meraklı olmak gerekiyor. Tarkovsky’nin kendisine “Genç yönetmenlere ne önerirsiniz” diye sorulduğunda “Kendileriyle yalnız kalmayı bilmeli ve bundan keyif almayı öğrenmeliler” der. Şu an müthiş sosyal yaratıklarız. Hengamenin, hızın içinde yaşıyoruz. Biraz böyle vitesi düşürüp, hızı kesip sesi azaltıp sağlıklı bir yalnızlığın içinde kalıp bir şeyler düşünmeyi unutmamak lazım. Ben bunu yapmaya çalışıyorum, bundan ötürü İstanbul’un sınırında oturuyorum. Aynı zamanda çok meraklı olmaya çalışıyorum. Meraksızlık bulaşıcı bir şey. Rutin insanı çok hızlı esir alıyor. Şu an film çekmek, destek bulmak çok kolay. Bundan ötürü de bol bol kısa film çekmek lazım. Film çekmek yaparak öğrenilen, okuyarak beslenilen bir iş… 

En sevdiğiniz yönetmenler kimlerdir?

Bu aralar Krzysztof Kieslowski’yi, genç yönetmenleri seviyorum. Abbas Kiyarüstemi, Michael Haneke, Roy Anderson, Akira Kaurismaki, Andrei Zvyagintsev, Theo Angelopoulos’u da… Aslında şuna inanıyorum. Sinema öğrencisi olan bizlerin ustaları yönetmenler olamaz, filmler olur. Aslında yönetmen isimlerini saymam çok yanlış! Size bir sürü isim söyledim ama o hepsini söylemek istediğim için oldu. Usta filmler olur. Benim ustam olan filmler var onları saymayı çok isterim ama şimdi bir soru hakkınız vardı. Ustam olan yönetmenleri ikinci filmin röportajında sorarsınız ben de söylerim.  

Son olarak internete ya da televizyona bir projeniz var mı? Yoksa sinemayla devam mı?

Kendimi hikaye anlatıcısı olarak görmek istediğim için sinema yapmak zorundayım diye hissetmiyorum ama yazmayı çok seviyorum. Şu anki önceliğim kendi yazdığım şeyleri çekmek. Çünkü anlatmak istediğim duygu, düşünce dünyamı domine eden küçük fikirler, duygular var. O yüzden önceliğim televizyon, sinema değil. Şu an önceliğim hikayelerimi anlatabildiğim içinde kamera bulunan herhangi bir mecrada, kamerayı da hikaye anlatıcılığının önemli bir unsuru olarak hayatıma aldığım için onsuz düşünemiyorum. Yazdığım şeyleri mecra fark etmeksizin çekip yayınlamayı çok isterim. 






İstanbul doğumlu. Lisans eğitimini felsefe alanında tamamladı. Yüksek lisansını Medya ve Kültürel Çalışmalar alanında, "Sinemada Aşk ve Zaman: Sevmek Zamanı ve Masumiyet Filmlerinin İncelenmesi" başlıklı teziyle tamamladı. Lisansta aldığı "Sinema ve Felsefe" dersi kalemini sinema yazarlığına çevirmesine vesile oldu. Film Arası ile yolları kesişti. 2019-2021 yılları arasında filmarasidergisi.com 'un yayın koordinatörlüğünü yaptı. Şimdilerde ise haberleri, röportajları ve sinema yazılarıyla yer alıyor. 2022 yılından itibaren Litros Sanat Dijital Kültür Sanat Gazetesi'nde editör olarak çalışıyor. Sinemanın gücüne inanıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir