2014’ün En İyi Yabancı Filmleri

2014 yılının en iyi yabancı filmlerini belirlerken artık bir sinemasever alışkanlığı olan vizyon yüzü görmemiş filmlere hayıflanmadan duramıyorum.

Sadece vizyona giren filmlerden oluşturduğum liste İnsanları Seyreden Güvercin, Sadece Aşıklar Hayatta Kalır, Muhteşem Güzellik, Omar, Meydan, Philomena gibi filmleri izlemediğim için bir anlamda eksik bir liste olma potansiyeli de taşıyor. Bahsettiğim filmleri izledikten sonra listede güncellemeler yapılacağı notumu düşeyim. Ayrıca vizyon yüzü görmemiş harikalar ile bu listenin dışında kalmış önemli filmler için ayrı bir dosya hazırlığı içinde olduğumu da belirteyim.

Şimdi huzurlarınızda 2014 yılının muhteşem 11’i:

1-) THE DOUBLE
filmarasi-the-duble
Submarine filmiyle kurduğu film evreni hakkında verdiği ipuçlarıyla ümit vaat eden Richard Ayoade’nin The Double filmi, Dostoyevski’nin Öteki adlı kısa romanına sadık olduğu kadar onu kendi dünyası içerisinde de dönüştüren yapı bozumcu bir şaheser. Kafkaesk mekânlarından, rüya atmosferini her daim hissettiren renk paletine, Uzakdoğu müziklerinden varoluş sancısı çeken ana karakter(ler)ine ve masum bir femme fetale portresi çizen Mia Wasikowska’ya değin kusursuz bir postmodern neo-noir karşımızdaki. Sinema tarihinde sayısız referans eşliğinde gezinti yaptıracak zenginlikte bir deneyim sunuyor The Double.

2-) NIGHTCRAWLER
filmarasi-Night-crawler
Dan Gilroy iyi bir senarist mi? Evet. Ama kimse bizi Nightcrawler’ın Gilroy’un yönettiği ilk film olduğuna inandırmasın. Mutlaka başka isimlerle çektiği yaklaşık yarım düzine filmi olmalı. Yoksa Nightcrawler’daki seyirciyi neye uğradığını şaşırtan, medyanın tüm çürümüşlüğünü en temele inerek gösteren ve tüm bunları fazlasıyla enerjik olduğu kadar soğukkanlı da bir anlatımla dengeleyen bir filmin ilk olduğuna inanmak hayli güç değil mi? Üstüne, oynadığı çetrefil rollerle senenin en önemli erkek starı konumuna hakkıyla yerleşen Jake Gyllenhaal’u hayranlıkla izlemek de cabası.

3-) LE PASSE
filmarasi-le-passe
Asghar Farhadi galiba çağımızda insanın karanlığını, bilinmez, akıl sır ermez yanlarını en ustaca anlatan yönetmen. Ülkesi İran’da çektiği filmlerle bir ‘ozan’ mertebesine ulaşırken, çoğu yönetmenin tökezlediği ‘sınır ötesinde’ dertlerini aynı başarıyla anlatamama girdabına yakalanmak şöyle dursun, Fransızlara ortalama olarak çok nadiren başardıkları aile draması alanında ölçü olabilecek nitelikte bir eser ortaya koyuyordu. ‘Yalan’ teması üzerine daha söylenmiş /söylenmemiş nice söz olduğunu bir kez daha göstererek seyirciyi dehşetengiz muhakemelerle baş başa bırakmaktan geri durmadı modern çağın beyazperdedeki psikoloğu.

4-) THE LEGO MOVİE
filmarasi-lego-movie
Karşımızda belki de son yılların en zeki, kışkırtıcı, politik ve gönderme çılgını olan animasyonu var. Her ne kadar Akademi’nin hazmedemeyeceği sertlikte bir demir leblebi olmasından mütevellit Oscar yarışı dışında kalsa da, has sinemaseverlerin bağrına bastığı bir film oldu The Lego Movie. Kahraman mitini alaşağı ettiği karakter yaratımı, Big Brother’a selam çakması, politik sözünü sakınmazlığı ve insanlık için dehşet veren distopik dünya yaratımıyla eşine az rastlanır orijinallikte bir yapım, bir başka tekno başyapıt Wall-E’nin de ruh eşi.

5-) DE JEURS UNE NUIT
filmarasi-iki-gun-bir-gece
Dardenne Kardeşler yine bildiğimiz gibi; medeni Avrupa’nın insan hakları konusunda ipleri usul usul açığa çıkartılacaksa başvurulacak doğru adres kesinlikle onlar. Filmografileri boyunca işsiz ve suçun eşiğindeki bireyleri merkezine alan yönetmenler bu kez işsiz kalmasına ramak kalan Sandra’ya doğrultuyorlar kamerayı. Ve seyircinin önüne koydukları pirincin içine o kadar çok taş boca ediyorlar ki, ayıkla ayıklayabilirsen. Sandra’nın ayağa kalkma mücadelesinin arka planına öylesine sert ama slogandan uzak bir kapitalizm eleştirisi yerleştiriyorlar ki hem politik film nasıl yapılır hem de karakter ruh haritası nasıl ustalıkla çizilir dersi veriyorlar. Final ise yine olabildiğince asil ve kesif; seyirci ise kendisiyle yüzleşmekten bitap bir halde.

6-) HER
filmarasi-her
Spike Jonze kariyeri boyunca defalarca ne kadar geniş ve felsefeyle derinleştirilmiş bir hayal dünyası olduğunu sinema dünyasına kanıtlamış bir yönetmen. Being Malkovich ile klostrofobik mekânlara tıkıştırdığı karakterlerini ve seyirciyi, Her filmiyle teknolojinin ulaşabileceği en üst düzey, ferahfeza bir dünyaya misafir ediyor. Yavaş yavaş çağımızı ele geçirmeye başlayan sanal aşklar dünyasını yaratıcı ve duygusal bir platforma taşıyor. Mekân tasarımından karakter derinliğine, insanın yıllar geçse de değişmeyeceğini imleyen savlarına değin gerçekçi bir gelecek tasviri yapmayı başarıyor. Ayrıca Scarlett Johannsson vasıtasıyla görmediğimiz bir karakterin sadece sesiyle nasıl karşısındakinden rol çalabildiğini, etkileyici ve yönlendirici olabileceğini kanıtlıyor ya, galiba hayranlıkla ve büyülenerek izlemek en iyisi.

7-) LOCKE
filmarasi-LOCKE
Lars Von Trier Locke’un yönetmeni Steven Knight’a ‘5 Engel’ kısıtlaması altında ‘tek mekânda’ ve ‘tek oyuncuyla’ geçen ama olabildiğince dinamik ve gerilimli bir hikâyeyi 85 dakika boyunca anlatacaksın dese ve kullanabileceği araç olarak sadece bir telefon verse, Knight’in büyük olasılıkla başarılı olamayacağını düşünüp Jørgen Leth’e yaptığı gibi kıs kıs gülerdi herhalde. Fakat ortaya çıkan işe baktığında hayretler içinde kalıp yönetmenin ellerini öper miydi bilmiyorum. İşte Locke böyle bir film. Senaryo matematiğinin nasıl incelikli kurulduğunu görmek, bir oyuncunun direksiyon başından kalkmaksızın kısıtlı mekânda bir filmi çoğunlukla ses tonlamasıyla nasıl domine ettiğine şahit olmak için bile izlenir. Ve Tom Hardy’nin oyunculukta sınıf atladığı film olarak çoktan sinema tarihine geçti Locke.

8) INTERSTELLAR
filmarasi-interstellar
Christopher Nolan’ın filmi için bilimkurgu türünü dönüştüren, çığır açan bir başyapıt olmadığı yorumu belki de yapılabilecek en kesin tespittir. Herkesin yaptığı gibi filmi Kubrick’in 2001’i ile kıyaslama yoluna girmeden değerlendirirsek, özellikle görsel tasarımının çok başarılı olduğunu ve insan doğası ve gelecek üzerine kaydadeğer çıkarımlara ulaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat uzun süresini dolduramayan dağınık senaryo yapısı, seyirciye ‘Uzaya Giriş 101’ konulu ders verme basitliğine düşmesi ve bazı oyuncuların rollerine oturmayan tercihleri filmin irtifa kaybetmesine neden oluyordu. Fakat finale doğru girdiği yoğun serüven ve deruni meselelere dalma çabası filmi bir kez daha seyredip, Nolan’ın ortaya attığı felsefi ve fütüristtik bulmacaları çözebilme isteği uyandırmıyor değildi.

9-) BLIND
filmarasi-BLIND
İstanbul Film Festivali’nin vizyona armağanlarından olan Altın Lale ödüllü Eskil Vogt yönetimindeki Norveç yapımı Blind tam bir senaryo şaheseri. Görme yetisini kaybetmiş yazar karakterinin kaleminden/hayal âleminden/bilinçaltından birbirine paralel giden/iç içe geçen/birbirini etkileyen bir gerçek-hayal karışımı bir evren kuruluyor. Bir süre sonra hikâye takibini bıraksanız dahi, olabildiğince gerçekçi çizilmiş, yaralı bereli karakterlerinin insani çıkmazları-mutlulukları sarmalındaki hallerini seyretmek dahi hayranlık uyandırma garantili.

10-) GLORIA
filmarasi-gloria
Şilili yönetmen Sebastián Lelio Latin Amerika sinemasının yükselişine değerli bir katkı yaptığı Gloria filmiyle, orta yaş üstü bir kadın olan Gloria aracılığıyla ülkesinin sosyoekonomik portresini çizdiği gibi, kimlik sorunsalı üzerinden çok sert çıkarımlar ve eleştiriler de yapıyordu. Başrolü teslim ettiği Paulina García’nın Berlin’den ödüllü tabulara meydana okuyan performansı ve doğallığıyla filmin etki gücü bir kat daha artıyordu. Finalde Umberto Tozzi’nin ana karakteri gibi seyirciye de enerji aşılayan, yaşamın güzelliğini hatırlatan Gloria parçası kesinlikle yılın en iyi film şarkısı olmayı hak ediyor.

11-) THE WOLF OF WALL STRET
filmarTHE-WOLF-OF-WALL-STRET
Martin Scorsese lüksün ve görkemin sınırları yerle bir eden hırsının, arzusunun, kibrinin sinemasını yapıyor. Jordan Belfort sıfır noktasından Amerikan borsasının ilahı konumuna adım adım yükselirken, geçirdiği tüm ekonomik aşamaları, ruhsal değişimleri Scorsese’nin anlatımı oldukça doğal ve erişilebilir/mümkün bir çerçevede yansıtıyordu perdeye. Leonardo DiCaprio seyirciyi “Yahu bir oyuncu hiç mi değişmez” diye isyan ettirmesine karşın, Scorsese’nin direksiyondaki hâkimiyeti ortaya tam bir yükseliş-çöküş serüveni çıkartıyordu. Peki, süresi hakkında ne diyorsun dediğinizi duyar gibiyim. Maalesef seyirci de “Ben bu bir saati boşu boşuna niye izledim” diye sormakta yerden göğe haklı Scorsese usta.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir