İstanbul Film Festivali Ardından – 2

34. İstanbul Film Festivali açısıyla tatlısıyla tarihteki yerini alırken, sinemaseverlere de dolu dolu iki hafta armağan etti. Festivale katılım gösterebildiğim süre içerisinde görme fırsatını yakaladığım filmler üzerinden klasik bir festival değerlendirmesi yapma vakti geldi.

Bu yıl maalesef yoğun iş programım nedeniyle yoğunluklu olarak ilk hafta katılım gösterebildiğim festivalde seyredilemeyip akılda kalan, yürekte yer açan film sayısının da hatırı sayılır miktarda olduğunu söyleyebilirim. Biz de mecburen elde mevcut olanlar üzerinden hareketle yediğimiz içtiğimizi kendimize saklayarak gördüğümüz filmlerden bahsetmeye çalışalım.

Erkek Filmleri Geçidi
Festivale öyle bir başlangıç yaptım ki erkeklik temalı filmler peşi sıra karşıma çıktı. Kariyeri belgesel yapılsa ilk izleyincelerinden biri olacağım şüphe götürmeyecek ilginç sinemacı Andrei Konchalovsky’nin köklerine döndüğü son filmi Postacının Beyaz Geceleri her ne kadar temeline erkekliği yerleştirmese de erkek baş karakteri vasıtasıyla hayat gailesiyle mücadele eden,bir topluma bakış atıyordu. Usta gelenekselle modernite arasına sıkışıp kalmış, hayat rutini altında ömürlerini harcayan toplumuna bakışı çarpıcı olduğu kadar önemli sosyokültürel çıkarımlar sağlamaya da açık kapı bırakıyordu. Bir bakıma yitip giden hayat üzerine bir ağıt sayılabilirdi. Kuzey Avrupa Sinemasından gelen Doğada Tek Başına, modern hayatın dişlileri arasına sıkışıp kalan erkeğin iç sesi olmaya soyunuyordu. Festivalde erkeğe bu denli tarafgir biçimde kulak veren bir film var mıdır bilmiyorum ama evlilik-iş-hayaller arasında bocalayan, kendisine nasıl bir rota çizeceğini bilemeyen kent erkeği üzerine samimi bir iç dökmeydi Doğada Tek Başına; her ne kadar bir bütün olarak çok başarılı bir film sayılmasa da. Yine yakın coğrafyalardan Dagur Kari’nin ikinci Tutunamayanlar başarısı olarak nitelendirdiğim Bakir Dev kanımca festivalin en iyi filmlerinin başında geliyordu. Film yine yalnız bir erkeği merkeze yerleştirirken çok olgun anlatımı ve yarattığı özel karakterle çok insancıl bir film ortaya çıkartıyordu. Bu denli yoğun duygularla temas kurup hiçbir şekilde duygu sömürüsüne kaymamak gerçekten takdir edilesi bir yönetmenlik becerisiydi. Aykırı İngiliz yönetmen Peter Greenaway’in son çılgınlığı Eisenstein Meksika’da sinema tarihinin en büyük dehalarından Sergey Eisenstein’ın film çekmek için gittiği Meksika’da yaşadığı aşka odaklanırken yine hınzırlığını konuşturarak film çekim sürecine değil aşk sürecine odaklanıyordu. Eisenstein ve rehber sevgilisinin ilişkilerine yoğun bir şekilde eğilirken biçimsel açıdan yine arayışını sürdürüyor, özellikle iç mekanlardaki kamera kullanım tercihleriyle çok dinamik bir anlatım ortaya koyabiliyordu.

Çok Değerli Üç Film
Cafer Panahi’nin Altın Ayı ödüllü son sansür engelini aşma denemesi olan Taksi bir kez daha usta yönetmenin dehasına şapka çıkartmamızı sağlayarak sinemanın gücü ve sınırları hususunda tertemiz bir nefes üfledi sinemaseverlere. Bir taksi ve kamera aracılığıyla bir toplum üzerine sayfalarca kitabın ortaya koyamayacağı denli değerli tespitler yapabilen bir film aynı zamanda hangi şartlar altında olursa olsun sinema yapabilmenin mümkün olduğunu gösterdiği için bir kat daha değerliydi. Özellikle sadece kilometrelerce ötedeki bir festivalde sinemacıların sinema yapmaktan çok bahane üretmeyi tercih etmelerine karşılık örnek gösterilecek bir yapımdı Taksi. Ben Hopkins’in İstanbul üzerine mükemmel ötesi belgeseli Hasret kendi adıma festivalin en önemli halkasıydı. Hasret’i seyrettikten sonra bir ülkeye dışarıdan bakmanın kesinlikle çok daha gerçekçi ve ayrıntılara hakim bir bakış ortaya koyabileceğine olan inancım arttı. Sadece İstanbul değil kentlerin gitgide belleklerini ve onları özel kılan değerlerini yitirmeye başladığı bir döneme/dünyaya verilebilecek tokat gibi bir cevaptı Hasret; belki de artık dönüşü olmayan bir yola işaret ettiği için bir ağıt çığlığı. Şimdi tek dileğim Hasret’in bir şekilde vizyon yüzü görerek daha fazla seyirciye ulaşabilmesi. Son olarak Alman yapımı Victoria’dan bahsetmek gerek. Festival öncesinde tek plan sekans olduğu için büyük ilgi uyandıran Victoria’yı seyrettikten sonra filmin salt bir biçimsel deneme değil başlı başına türleri iç içe geçiren komple bir eser olduğuna şahit oldum. Biçimsel açıdan gerçekten çok değerli bir çabanın eseri olan film, özel karakterleri ve seyirciyi hep diken üstünde tutan atmosferiyle kesinlikle beyazperdede yaşanması gereken bir deneyimdi. Ama söylemeden geçmeyelim; filmin hikayesi süresine bir boy küçük gelmişti, kesinlikle 90 dakikada çok daha dinamik ve etkin bir şekilde anlatılabilirdi.

Çarpıcı Anlatımlar
Günümüz sineması dünyasında çok özel bir yeri olan Ulrich Seidl’ın Bodrumda belgeseli şoke edici olduğu kadar bir toplum portresi çizmek anlamında keşiflere açıktı. Bir bakıma toplumun biliçaltını ve özgürlük alanlarını temsil eden bodrumlara kamerasını doğrultan yönetmen seyirci karşısına toplumun farklı kesimlerinden çok ilginç bireyler çıkartıyordu. Thomas Hardy’nin kült eseri Çılgın Kalabalıktan Uzak romanının son beyazperde uyarlamasına imza atan Thomas Vinterberg beklentilerimi kat be kat aşan bir eserle sinemaseverler karşısındaydı. Hikayenin geçtiği döneme sanat yönetimi anlamında çok hakim bir görüntü çizen yönetmen, ortaya tam anlamıyla klasik bir tarihi drama çıkartıyordu. Görkemli olduğu kadar her karesi oldukça incelikli işlenmiş olan filmed özellikle Carey Mulligan perdede gözüktüğü her sahnede biraz daha devleşiyordu. Saverio Costanzo’nun yönettiği Aç Kalpler festivalin en değerli sürprizlerinden olurken, anne olmak ve günümüz dünyasında çocuk yetiştirmek konularında gitgide psikolojik olarak sert ama gerçekçi noktalara kayan bir gerilim-dram ortaya koyuyordu. Festivalin belki de en itici bulunan ve seyirciyle arası en açık olabilecek filmlerinin başında Listen Up Philip geliyordu. Yönetmen Alex Ross Perry’nin iflah olmaz bir Woody Allen hayranı olduğu aşikardı ve film tam anlamıyla Allen havası taşıyordu. Fakat karakter yaratımı ve epizodik anlatımını hareketli kamerasıyla birleştiren Perry, itici olduğu kadar samimi ve çekici bir filme imza atıyordu. Seçkinin en merak uyandıran isimlerinden Emir Kusturica

Usta Yönetmenler
Kendi kuşağının en önemli Amerikalı yönetmeni saydığım Paul Thomas Anderson son filmi Inherent Vice ile hem filmografisinden izler taşıyan hem de seyirciyi hınzır bir oyuna davet eden saykodelik bir filmle karşımızdaydı; seveni kadar sevmeyenlerin de olduğu. Çok önemli yönetmenlerin biraraya gelerek inanç ve inançsızlık üzerine kısa filmlerinden oluşan Tanrılarla Konuşmalar küçük çaplı bir hayal kırıklığı yarattı. Felsefik anlamda daha derinlikli olmasını beklediğim seçki içerisinde Alex De La Iglesia ve Bahman Ghobadi’nin eserleri gerçekten üst düzey ve dertlerini yaratıcı biçimlerle aktaran bölümler olurken, Guillermo Arriaga’nın final bölümü sadece seçkide değil festival boyunca en etkilendiğim dakikaları yaşattı diyebilirim. Seçkinin döngüsel bir şekilde kurgulanması yaratıcı bir izlek sağlarken, Arriaga dehşet verici bir kıyamet tasviri yaparak dünya ve insanlık üzerine bolca düşünmemizi sağlayan, huzursuz edici bir final yapıyordu.

Hayal Kırıklıkları
Filmografisinde birçok türde çok deneysel ve özel filmler bulunan Michael Winterbottom medyada büyük sansasyon yaratmış olan Amanda Knox Davası’nı zekice bir şekilde hikayesine yedirmeye çalıştığı filmi Meleğin Yüzü’nde Dante’nin İlahi Komedyası’nın satır aralarında kaybolurken, üstüne üstlük seyircinin de kafasını allak bullak ediyordu. Ortaya çıkan sonuç ise parlak fikir-hangi yöne doğru gideceğine karar veremeyen başarısız yönetmenlik olmaktan kurtulamıyordu. Shawkat Amin Korki’nin yönettiği Taşa Yazılmış Hatıralar bir toplum için çok büyük ve acı anlamları olan El-Enfal olayını konu edinir gibi yaparken ortaya parodinin parodisine dönüşen bir sistem eleştirisi çıkartıyordu. Film belki de en büyük aldatmacasını büyük anlamlar yüklenmiş adı üzerinden yapıyordu. Film amatör olduğu kadar ciddi derecede bir üslup sorunundan mustaripti. Ve geldik festivalin en abartılan, sevmelere doyulamayan, izleyicilerin göz yaşlarına hakim olamadığı büyük(!) dayanışma hikayesine, yani Onur’a. Yine ülke tarihinde önemli bir dayanışma mücadelesi olarak yer eden bir olayı ciddi manada savruk ve dinamik anlatımına aşık bir şekilde ele alan yönetmen Stephen Beresford özellikle karakter çizimlerinde ve duygu değişimlerinde sıkıntıların baş gösterdiği bir filme imza atıyordu. Hatta filmden çok büyük feyzler alan kimi seyircilerin ilk Belfast uçağından yerlerini ayırttıklarına dair rivayetler mevcut.

Son olarak festivalde seyretme fırsatı bulamadığım ama çok merak ettiğim beş filmi ve seyrettiğim filmlerin puan sıralamasını paylaşmak istiyorum.

1-Hayal Ülkesi
2-B Filmi
3-Ders
4-Beden
5-Sarmaşık

Hasret 8,2
Bakir Dev 7,8
Victoria 7,8
45 Yıl 7,7
Taksi 7,7
Bana Bak Philip 7,5
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku 7,5
Çılgın Kalabalıktan Uzak 7,4
Postacının Beyaz Geceleri 7
Aç Kalpler 6,9
Bodrumda 6,9
Gizli Kusur 6,6
Eisenstein Meksika’da 6,6
Yüzündeki Sır 6,3
Motivasyon Sıfır 6
Küçük Ölüm 5,8
İntikam 5,5
Tanrılarla Konuşmalar 5,4
Altın Peşinde 5,4
Sonsuz Hüzün 5,3
Yeni Kız Arkadaşım 5,2
Yolcu 5,2
Doğada Tek Başına 5,1
Bataklık 5
Aynasız 5
’71 4,8
Adımı Sen Koy 4,8
Hitler’e Suikast 4,5
Onur 4,3
Meleğin Yüzü 4,1
Ben Ölmeden Önce 3,5
Azrail 2,5
Taşa Yazılmış Hatıralar 2,4

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.