İstanbul Film Festivali Ardından – 1

34. İstanbul Film Festivali’nin şimdiden tarihin en özel ve ilgi uyandıran festivalleri arasında yer alacağından kimsenin şüphesi yoktur herhalde. Bir sinemasever olarak gönül isterdi ki yaşanan talihsiz olaylarla değil, gösterilen filmler ve gerçekleştirilen etkinliklerle adını hem tarihe hem de festival takipçilerinin yüreğine kazıyan bir festivalden bahsedelim.

Ülkemizin şu anda en önemli ve profesyonel bir şekilde yönetilen film festivali olan İstanbul Film Festivali’nde ilk hafta sorunsuz bir şekilde geçilirken, ikinci hafta yarışma filmlerinin gösterimlerinin yapılacağı ve heyecanın da artacağı, festivalin iyiden iyiye demlenme sürecine gireceği beklentisi içindeydi sinemaseverler. Fakat Bakur belgeseliyle ilgili başlayan kaotik süreç maalesef bir kez daha sinema sektörünün zayıf karnının ortaya çıkmasına neden oldu. Aslında sektörden öte süreç ve kriz yönetimi konularında devlet-sinemacılar-festival üçgeninin hem birbirleriyle kopuk iletişimleri hem de bilgi kirliliği oluşumuna çok müsait davranışları sebebiyle ‘çözümsüzlüğe’ sürüklenen olaylar silsilesiyle karşı karşıya kalındı.

Olayların fitilini ateşleyen Kayıt Tescil Belgesi başka ulusal festivallerde de krize neden olmuştu fakat tarafların güçlü iradeler ortaya koyamamaları nedeniyle herhangi bir kalıcı çözüme ulaşılamamıştı. Belgenin sadece yerli yapımlardan talep edilip, yabancı eserler için herhangi bir zorunluluk getirilmemesi zaten bir eşitsizlik yaratıyordu. Bu karşılaştırmalı bir haksızlığa neden oluyordu. Fakat filmlerin festivallerde gösterilebilmesi için belgenin talep edilmesi daha kronik bir sorun olarak öne çıkartılmalı. Zaten bir filmin hem çekim hem de gösterim aşamalarında dahil olduğu bir dolu bürokratik işlemle uğraşan sinema sektörünün en azından festival organizasyonlarında bürokrasiye dahil edilmemesi gerekmektedir. Sinema üretimini ve kaliteyi arttırmayı hedefleyen bir politikanın zorlayıcı değil teşvik edici düzenlemeler yapması daha faydalı olacaktır. Buna karşın yönetmeliklerce düzenlenmiş yani yasal sürece dahil edilmiş bir belgenin festival yönetimlerince katılımcılardan talep edilmemesi yani yasal prosedürlere uyulmaması olayın eleştirilmesi gereken diğer yönünü oluşturmuyor mu? Üstüne bir de Bakur’un yönetmenlerinden Ertuğrul Mavioğlu’nun belge almamayı hak gören, inatçı olduğu kadar çözümsüzlük pompalayan yaklaşımı kendi adıma kesinlikle tasvip edilmemesi gereken bir tavır. Bu arada kriz sonrası Bakur’u göstermeme kararı alan festival yönetimini özgürlükler bağlamında eleştirenleri anlayabilmenin mümkün olmadığını söylemeliyim. Festival yönetiminin olayın o noktaya gelmesinde hataları olduğu bir gerçeklik olmasına karşın, yasal prosedürü uyguladığı için acımasızca tepkilerle karşılaşmasını gerçekten herhangi bir mantıklı nedene dayandıramıyorum. Yasaya aykırı hareket etmenin kahramanlaştırılmaya çalışılması profesyonel bir yaklaşım olmadığı gibi karşısında durmamız gereken bir tutum olmalı. Asıl yapılması gereken değişmesi elzem olan yasal yaptırımların değiştirilebilmesi için hukuki yollardan arayışlara girmek olmalıdır.

Gerekli yasal düzenlemelerin yapılabilmesi için yukarıda bahsettiğim üç ana aktörün gerekli çabayı ve çözüm arzusunu göstermeleri kalıcı bir girişimin temelini atabilecekken; restleşmeyi, bilgi kirliliğini beslemeyi ve polemiğe dahil olmayı tercih etmenin hep beraber karşısında olmalıyız. Polemiğe ve süreci çıkmaza sürüklemeye harcanan eforun sadece yarısı gerekli düzenlemelerin yapılabilmesi için harcanabilseydi nasıl bir tablo ortaya çıkardı diye düşünmeden edemiyor insan. Bu konuda hala geç kalınmadığı notunu da düşmek gerek. Asıl sormamız gereken soru ise tarafların çözümü mü yoksa çözümsüzlüğü mü daha çok talep ettikleri yönünde olmalıdır.

Kültür Bakanlığı’nın belgeyi zorunlu kılmasından öte belgeyi bir araç olarak kullanması da ayrı bir tartışma konusu. Bakur ve önceki yıllarda Zenne üzerinden yapılan sansür iddialarına karşın belge mağduru filmler arasında Köksüz, Daire gibi filmler olması, olayı sadece sansür zeminine taşımanın çok doğru bir bakış olmadığını düşündürüyor. Fakat hem bakanlığın belge dayatması hem de festival yönetimine belge hatırlatma zamanının manidarlığı devlet politikasındaki zaaflara ve yanlış tercihlere işaret ediyor. Sadece Kayıt Tescil Belgesi değil herhangi bir bürokratik zorlamanın sinema sektöründe ve festival yönetimlerinde tehdit unsuru olarak tedirginlik yaratmasının ve özgürlüklere darbe vurmasının önüne geçilmeli artık. Ve yine Bakur’u anti paranteze alarak sanat eserleri için ‘Özgürlük’ tanımının yapılmasını gündeme getirmeliyiz; herhangi bir muğlaklığa yer bırakmayan, ortak konsensüste buluşulabilecek bir geçer akçede karar kılınması bundan sonraki süreç açısından da kilit bir nokta teşkil ediyor kanaatindeyim. Derviş Zaim’in de bir söyleşisinde ifade ettiği üzere Özgürlüğün sınırlarını belirlemek gerek. Fakat Özgürlüğün sınırları ve tanımıyla ilgili konuşulmaya başlandığında kılıçların çekilip akla ilk olarak sansür ve özgürlüklerin kısıtlanmasına dair korkuların getirilmesi muhtemel olduğundan, işe sağduyulu ve yapıcı saiklerle hareket eden tarafların yer aldığı platformlarla adım atılmalı. İşte bu ne kadar mümkün? Bundan önceki tecrübelerin ve olaylar karşısında verilen tepkilerin biraz umut kırıcı olduğunu üzülerek ifade etmek gerek. Ayrıca sinema sektörünün yaşanan kriz ortamlarında artık ezbere ve kolaycılığa dönüşmeye başlayan filmlerini göstermeme yani seyircinin filmlere ulaşmasının önüne geçme tercihlerinin yarayı kanatmaktan öte bir işlev taşımadığını düşünüyorum. Sektörün tam orta yerde çözülmeyi bekleyen, vizyona girmeye çalışan filmlerin ‘gösterim olanaksızlıkları’ sorunu-çıkmazı dururken, belki de festival ortamı haricinde seyirciyle buluşamayacak yapımların bu imkanının da ortadan kaldırılması ilginç bir paradoks ortaya çıkartıyor. Filmlere seyirciyle buluşmasının engellenmesi amacıyla sansür uygulandığını söyleyen yapımcı ve yönetmenlerin, ilk tepki olarak filmlerini seyirciye göstermeme kararı almaları bir bakıma kısırdöngünün ekmeğine yağ sürüyor. Ayrıca en büyük kaybeden de seyirci oluyor.

Yaşanan ve tarafların körüklemek için çaba sarf ettikleri krizin ötesinde festival çok önemli etkinliklere, hayran kalınan, hayal kırıklığına uğratan veya görülemediği için yürekte ukde bırakan filmlere de ev sahipliği yaptı. Festival izlenimleri bir başka yazının konusu oldu artık. Festivalde seyretme fırsatı yakaladığım filmlerle ilgili yaptığım değerlendirmelere ve puanlamalara yer verdiğim yazıma aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz.

İstanbul Film Festivali Ardından – 2

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir